Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Milletimizin başına gelen büyük felaketleri Mehmet Akif kadar derinden hissedebilen, bunların sebep ve sonuçları üzerinde onun kadar çok çalışan, olup bitenleri şiirlerinde usta bir ressam gibi maharetle tablolaştıran, gelecek nesillere ibret vesikaları ve belgeler olarak bırakabilen başka bir şairimiz ve yazarımız yoktur.bu millet cok zor durumdaydı.: )


Özellikle Balkan Harbinde, Adriyatik Denizinden, Ege ve Marmara Denizine kadar yüz binlerce kilometrekarelik bir alanda, milyonlarca masum, çaresiz ve günahsız insanımız vahşet ve şenaatlerin en alçakçasına, zulüm ve işkencelerin en dayanılmazına uğratılmıştı. Mehmet Akif’in Hakkın Sesleri adlı eseri, Balkan Harbi faciasını bütün yönleriyle anlatan şiirlerden oluşur. Geniş halk kitlelerince de en çok bilinen ve okunan, onun samimi gözyaşlarıyla yazılmış bu şiirlerinde Akif, ihtiraslara, tefrikalara, gafletlere kurban edilen ve en az Anadolu kadar Türk olan Rumeli’nin acıklı destanını tüm yönleriyle anlatır.

O günler ve o acılar zamanla tamamen unutulsa, olup bitenleri bazı tarihi kaynaklardaki umursamaz kayıtlardan başka hatırlayan ve hatırlatan kalmasa bile, Mehmet Akif’in bu acıları ve sebeplerini anlatan mısraları hiçbir zaman unutulmayacaktır. Onun mısraları, gelecek nesillerin gönüllerini titretmeye, gözlerini yaşartmaya ve Akif’in gönlünün derinliklerinde yaşadığı o acı ve elemlerini nesilden nesle aktarmaya hep devam edecektir.

Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar;
Dipçik altında ezilmiş, parçalanmış kafalar!
Bereden reng-i hüviyetleri uçmuş yüzler.
Kim bilir hangi şenaatle oyulmuş gözler.
Medeniyet denilen vahşete lanetler eder,
Nice yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler.
Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden
Nice başlar, nice kollar ki, cüda cisminden!
Beşiğinden alınıp, parçalanan mahlukat;
Sonra namusuna kurban edilen bunca hayat!
Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler!
Göğsü baltayla kırılmış memesiz valideler!
Teki binlerce kesik gövdeye ait kümeler.
Saç, kulak, el, çene, parmak... bütün enkaz-ı beşer!
Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından,
Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can.
İşte bunlar o felaketzedeler ki, düşün.
Kurumuş ot gibi doğrandı bütün.

Balkan Savaşı faciası devam ederken, Balkanlardaki en önemli Müslüman unsurlardan biri olan Arnavutların da bölücülük girdabına sürüklenmeleri, başlarındaki Başkımcı liderlere uyup ayrılık, gayrılık davasına kalkışmaları, devletlerine isyan ederek 28 Kasım 1912’de bağımsızlıklarını ilan etmeleri Mehmet Akif’i çok üzmüş ve derinden sarsmıştı. Çünkü Arnavutluk, Mehmet Akif’in ata ve dede yurduydu. Bu ayrılığın onlara felaketten başka bir şey getirmeyeceğini çok iyi biliyor ve görüyordu.

Nitekim çok geçmeden bu gerçeği onlar da anlayacaklardı, ama çoktan iş işten geçmiş olacaktı. ‘Başkım’ Arnavutça birlik anlamına geliyordu ama, ne bütün Arnavutları bir araya getirebildiler, ne de bağımsızlıklarını koruyabildiler. Bağımsızlık ilan ettikleri topraklar da, daha iki yıl geçmeden Birinci Dünya Savaşı sırasında önce komşu devletlerce, daha sonra da yedi ayrı ülkenin ordularınca işgal ve yağma edildi. Özellikle Müslüman Arnavutların çektiği acı ve işkenceler tarif edilemez boyutlardaydı.

Mehmet Akif, onuruna, namusuna, izzeti nefsine çok düşkün olan, hatta karısının kızının ismini yabancı bir erkeğe söylememek için nüfus sayımına bile karşı çıkan Arnavut hemşerilerinin, ayrılık, gayrılık ve bölücülük fitnesi yüzünden, başlarına gelen ibretlik olayları bütün teferruatıyla anlatırken, milleti oluşturan diğer unsurların da bundan gereken dersleri çıkarmalarını istiyordu.

Hani, haysiyyetinin gölgesi çiğnense eğer;
— Olmadan üç kişinin, beş kişinin hûnu heder —
Kahraman, gayzı yatışmaz, kanı coşkun efrâd?
İşte haysiyet-i kavmiyye muhakkar, berbad!
Hani: «Nâ-mahreme ben söyleyemem kızlarımın.
Karımın ismini... Hem öldürürüm, sorma sakın!»
Diye, tahrir-i nüfus istemiyen er kişiler!
Hani, göstermediler eski celâdetten eser;
Fuhşu i'lâya koşan bir sürü nâ-merd öteden.
Ne selâmlık, ne harem dinlemeyip çiğnerken!
Hani, ey kavm-i esâret-zede, muhtâriyyet?
Korkarım, şimdi nasibin mütemadi haybet!
Hani, ey unsur-u bîrâbıta, istiklâlin?
Ebediyyen, sanırım, söndü bütün amalin!
Hani «Başkım» cıların kurduğu yüksek hülya?
Seni yıllarca avutmuş da o mel'un rüya,
Uyumuşum... Ya uyansaydın eder miydi tebâh,
Mülkü, birdenbire âfâkâ çöken kanlı sabah?
Karadağ haydudu, Sırp eşşeği, Bulgar yılanı,
Sonra Yunan, iti, çepçevre kuşatsın vatanı...
Tarumar eyleyiversin de bütün ordumuzu,
Bizi kovsun, elimizden alarak yurdumuzu...
Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa;
Kimi bin türlü fecaatle çekilsin kucağa...
Birinin ırzı heder, diğerinin hûnu helâl...
İşte, ey unsur-u isyan, bu elim izmihlal,
Seni tahrik eden üç beş alığın ma'rifeti!
Ya neden beklemiyordun bu rezil akıbeti?
Hani, milliyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.
Arnavutluk’ ne demek? Var mı ki dinde yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yahut Kürde;
Acemin Çinliye rüçhânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlıkta «anâsır» mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır ruh-ı Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm'a sokan kaltabanın
Şu senin akıbetin bin bu kadar yıl evvel.
Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?
Artık ey millet-i merhume, sabah oldu uyan!
Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?
Ne Araplık, ne de Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle Peygamber-i zîşânın ilâhı sözünü!
Türk Arapsız yaşamaz, kim ki ‘yaşar’ der, delidir
Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz başbaşa; zira sonu hüsran-ı mübin
Ne hükümet kalıyor ortada, billahi ne din!
’Medeniyyet!’ size çoktan beridir diş biliyor;
Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ.
Ne bu şûrîde siyâset, ne bu fâsid dâva?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz...
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz
Bunu benden duyunuz, ben ki evet, Arnavudum...
Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!

Fırsatı ele geçiren düşmanlar, etnik köken, inanç, mezhep ayırımı gözetmeden acımasız, vahşi katliamlara ve her şeyi yakıp yıkmaya giriştiler.

Başta Arnavutlar ve Araplar olmak üzere, etnik milliyetçilik, bölücülük, ayırımcılık sevdasına kapılıp, Osmanlı Devletinden ayrılmaya kalkan Müslüman unsurların hiç biri gerçek anlamda bağımsız bir devlet olamadılar. Boş vaatlere aldanarak asırlarca bir ve beraber yaşadıkları devletlerinden, milletlerinden kopanlar, ya acı bir şekilde yok olup gittiler, ya da tekrar tekrar bölünerek, cetvelle çizilmiş gibi suni sınırlar içinde, birbirine rakip ve düşman, başkalarınca güdülüp yönetilen, kimliksiz, kişiliksiz kuklalara dönüştürüldüler.

Olacakları önceden tahmin edebilen ve görebilen Akif, herkesin aklını başına alması, uyanıp kendine gelmesi için çığlık çığlığa haykırıyor, fakat sesini kimselere duyuramıyor, kimseyi yerinden kıpırdatamıyor ve ayağa kaldıramıyordu. Bunun çaresizliği içinde, vatanı kurtarmanın ölülerin değil, dirilerin görevi olduğunu da pekâlâ bildiği halde, Arnavutluk’ta doğan, yıllar önce ölmüş mezardaki babasına ve ölülere sesini duyurmaya çalışıyor, onları kıyama çağırıyordu.

Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk,
Bak, nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!
Diriler koşmadı imdadına, sen bari yetiş...
Arnavutluk yanıyor... Hem bu sefer pek müthiş!
Tek kıvılcım kabarıp öyle cehennem kustu:
Ki hemen kol kol olup sardı bütün bir yurdu.
O ne yangın ki: ocak kalmadı söndürmediği!
O ne tufan ki: yakıp yıktı bütün vadiyi!
Âşinâ çehre arandım... O, meğer, hiç yokmuş...
Yalınız bir kuru çöl var ki, ne sarsan hâmuş!
Âşinâ çehre de yok, hiçbirinin yâdı da yok;
Yakılan bunca hayatın, hani ecsâdı da yok!
Yoklasan külleri, altından, eminim, ancak,
Kömür olmuş iki üç parça kemiktir çıkacak!
Baba! En sevgili annen, o senin öz vatanın
Olacak mıydı feda hırsına üç kaltabanın?
Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti...
Öyle bir gitti ki hem; bir daha gelmez ebedî!
Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba?
Meşhed’in beynine haç saplanacak mıydı, baba!
Ne felâket: dönüversin de mesâcid ahıra,
Hırvat'ın askeri tepsin çıkıp üstünde hora!
Bari bir hâtıra kalsaydı şu toprakta diri...
Yer yarılmış, yere geçmiş şühedâ türbeleri!
Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova...
Sen misin, yoksa hayalin mi? Vefasız Kosova!
Hani binlerce mefahirdi senin her adımın?
Hani sinende yarıp geçtiği yol «Yıldırım» ın?
Hani asker? Hani kalbinde yatan Şâh-ı Şehid?
Ah o kurban-ı zafer nerde bugün? Nerde o iyd?
Söyle Meşhed, öpeyim secde edip toprağını:
Yok mudur sende Murâd'ın iki üç damla kanı?
Ah Meşhed! O ne? Sahandaki meyhane, midir?
Kandilin, görmüyorum, nerde? Şu peymâne midir?
Ya harîminde yatan şapkalı sarhoşlar kim?
Yoksa yanlış mı? Hayır, söyleme, bildim... Bildim!
Basacak mıydı, fakat göğsüne Sırb'ın çarığı?
Serilip yerlere binlerce şehidin sarığı,İŞTE BU YÜZDEN BU MİLLETE SAHİP ÇIKIN……………………………………………
Silecek miydi en alçak neferin çizmesini?
Dürtecek miydi geçen, leş gibi her limesini?
Ya şu üç parçalı bayrak dikilirken tepene.h
Neye indirmedi, kim çıktı bu halkın önüne?
Hani, milletlere meydan okuyan kavm-i necib?
Görmedim bir kişi, tek bir kişi meydanda... Garib!
Safahat logo

Şablon:Düz liseler için safahat projesi
Şablon:Anadolu liseleri için safahat projesi
Şablon:Sosyal Bilimler Liseleri için safahat projesi
Şablon:Türki Dillerde Safahat Projesi
Şablon:Safahat İngilizceye Tercüme Projesi

Advertisement