Yenişehir Wiki
Advertisement

Can Dündar "Elveda Rumeli Dizisi" yazısı[]

Aynı derenin balıkları[]

Geçen hafta Balkanlar turundaydım. Kış esaretinden kurtulmanın coşkusuyla topraktan fışkırmıştı bahar... Karlı dağların eteğini çiçeklendiren uçsuz bucaksız gelincik tarlaları arasından Batı Trakya’yı geçip Makedonya’ya girdik. Cıvıl cıvıl sokaklarında 70’li yılların kıyafetleriyle defile yaparmışçasına dolanan Makedonların canlı şehri Manastır’a geldik . Mustafa Kemal’in İdadi’si bakımsız bir müzeydi şimdi... Alt kattan “fitness center”ın müzik sesi yükseliyor, üst kat bir defileye hazırlanıyordu.

Manastır’ı geçince 30 kilometre ötede bir dağın yamacında Makovo köyü göründü. Daha doğrusu köyden önce, köye bir Hollywood seti manzarası veren TIR’lar, set ışıkları göründü.

Az sonra tamamı Türkiye’nin sınırları dışında çekilen ilk Türk televizyon dizisi “Elveda Rumeli”nin setindeydik.

Zirvedeki dizi[]

Dizinin yapımcısı Muharrem Gülmez, gurbette memleketten bolca yatıya misafir ağırlamaya alışmış bir ev sahibi gibi karşıladı bizi.

Bir yıldır buradalar. Dört mevsimi bu Makedon köyünde yaşadılar.

Çektikleri dizi, gösterildiği akşamlar en çok izlenenler sıralamasında zirveye çıktı.

Biz gittiğimizde 34’üncü bölüm çekiliyordu. Tepeye kurulan sahra hastanesinde savaş yaralıları tedavi ediliyordu.

Diziye konuk oyuncu olarak gelen Ahu Türkpençe, fedakar bir Türk hemşireyi oynuyordu. Ve ekip iki bölüm daha çekip tatile girmeye hazırlanıyordu.

Yerinde çekim[]

Peki neden Türkiye’de değil, Makedonya’da?

Yönetmen Serdar Akar, “Türkiye’de set kurmak için bir sürü köy gezdik” diyor. Çoğunun çirkin binalar, elektrik direkleri, telleriyle doğal güzelliğini yitirdiğini ve set olma özelliğini yitirdiğini söylüyor. “Nerede çekeriz?” diye düşünürken yapımcılardan birinin abisi “Makedonya’ya bakın” demiş. Bir Balkan hikayesini Rumeli’de çekmenin çok daha güzel olacağını düşünmüşler.

Keşfe gelip köyleri gezince “Bulduk” diye sevinmişler.

Göç nedeniyle sekiz hanede 24 nüfusa düşmüş bu yaşlılar köyünde Rumeli’nin 100 yıl önceki dokusu yaşıyor hâlâ. Doğa muhteşem görüntüler veriyor.

Türkiye yakın... THY’nin beş gün Üsküp’e uçuşu var. 1 saat 10 dakika...

Üsküp’teki Türk halk tiyatrosu eşsiz bir oyuncu potansiyeline sahip. Ülkenin ciddi sinema altyapısından beslenmiş, tecrübeli bir ekip var. Çevrenin sessiz olması, sesli çekim imkanı yaratıyor; bölgeden ekibe katılan figüranların yerel ağızla konuşması da dizinin inandırıcılığını artırıyor.

Makedon Türk Tiyatrosu’ndan bir hoca gelip oyunculara yerel ağızları öğretiyor. Bu arada “Ufunet (sıkıntı) bastı”, “Tükürüğüm kuruyana kadar dön gel” gibi yerel söz ve deyimler senaryoya sızıyor.

“Define peşindeler”[]

Set kurulunca köyün ahalisi şaşırmış önce; hatta ekip, çekim için Sütçü Ramiz’in evinin temelini birkaç metre kazmak zorunda kalınca bu, çevrede bir dedikoduya yol açmış; ekibin aslında Osmanlı’dan kalma bir defineyi bulmak için geldiği, TV çekimi bahanesiyle elde harita köyü kazdığı söylentisi yayılmış.

Zamanla diziyle bölgeye canlılık gelince ve birçok genç sette iş bulunca herkes ekibi benimsemiş.

Halen dizinin 100 kişilik set ekibinin yarısından fazlası Manastır çevresinden gelenlerden oluşuyor.

Manastır’daki büroda tercümanlar çalışıyor. Kostüm atölyesinde terziler harıl harıl kıyafet dikiyor. Prodüksiyon ekibi gelip giden oyuncuların, heyetlerin uçak-yatak operasyonu için seferber... Diziye oyuncu veren çevre köylerden Budaklar ve Kanatlar köylüleri ciddi ciddi rekabet ediyor.

“Makyözlerimiz Sırp.... Oyuncularımızın çoğu Makedon” diyor Serdar Akar, “Film çekilirken Yugoslavya’yı yeniden birleştirmiş gibi oluyoruz.”

Ziyaretçi akını[]

Türk oyunculara gelince... Onlar burayı ev bellemişler son bir yıldır. Bir kısmı otel hayatından sıkılıp ev tutmuş. Boş zamanı değerlendirmek için dil kursuna yazılanlar olmuş. Başroldeki Erdal Özyağcılar’ın Manastır’daki evinde kurduğu turşular, pişirdiği arnavutciğerleri nam salmış. Yörenin etli yemeklerini ağır bulunca Türkiye’den seyyar mutfak getirmişler. O yemeğe buyur edildik biz de... Ve öğrendik ki seti ziyaret için herkes sıradaymış. Dizi başladığından beri bölgeye gelen turist sayısı yüzde 70 artmış. Son ziyaretçileri arasında diziyi kaçırmadan izlediğini söyleyen ve “600 yıl bir arada yaşayan milliyetleriz. Siz bunu yaşatıyorsunuz” diyen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, Çevik Bir gibi isimler var.

Ekipte Rumelili yok[]

Turizm şirketleri kendilerine danışmadan gazete ilanlarındaki tur programlarına “Elveda Rumeli setini ziyaret” diye yazıyormuş. Her gün tur şirketleri arayıp randevu istiyormuş. Ama işler aksamasın diye turist kabul edemiyorlarmış. Bu yasağı delen bir Giresunlu teyze geçenlerde çekimin tam ortasında sete dalıp başroldeki Berrak Tüzünataç’a “Aynı derenin paliğiyuz senle” diye sarılıvermiş.

Türkiye’de ne çok Rumelili olduğunu ve onlarda ata toprağına nasıl bir özlem bulunduğunu bu diziyle daha iyi anlamışlar. İşin ilginç yanı dizinin as kadrosunda Rumelili olmaması... Yönetmen Trabzonlu... Yapımcı Yörük... Senarist Sivaslı... Bir hissiyatı koklamak için o hissiyatın toprağında doğmak gerekmiyor illa...

SENARİST ALİCAN YARAŞ Osmanlı’nın damındaki kemancı

Dizinin senaristi Sivaslı Alican Yaraş da sette... Yılmaz Karakoyunlu’nun danışmanlığında ve iki asistanla birlikte yazdığı senaryoyu “Damdaki Kemancı”dan esinlenerek tasarlamış. Olaylara insancıl yaklaşan, kızlarına düşkün bir baba figürünü Osmanlı’ya taşımak istemiş. Orijinal eserde Rusya’da bir Yahudi olan kahraman, 19’uncu yüzyıl sonunda Türklerin azınlıkta kaldığı bir Rumeli kasabasında yeniden doğmuş.

Kaymakam Dilaver tiplemesi de dönemin İttihatçı, idealist bir kaymakamının, Tahsin Uzer’in anılarından doğmuş. Dizi halen 1899 yılında... Balkanlar’ın -her zamanki gibi- kaynadığı bir dönem...

Dizinin önümüzdeki sene de devam edip Balkan Harbi’ne dek uzanması öngörülüyor. Gidişata göre üçüncü sezon, Sütçü Ramiz’in göçü ile başlayabilir. Rumeli Türklerinin çoluk çocuk Anadolu’ya göçtüğü sahne bile Yaraş’ın aklında...

Filler tepişirken...

19’uncu yüzyıldan bir Rumeli köy öyküsünün bugün herkesçe sevilmesinin sırrı ne?

“Çünkü insani, sıcak bir öykü anlatıyoruz” diyor Yaraş, “Büyük olaylar yok, birbirini seven sıradan insanların gündelik aile hayatları var. Samimiyet değiyor insanlara... Seyirci bu dizide unuttuğumuz değerleri buldu ve sevdi.”

Bütün ailenin güne birbirine tek tek “Günaydın” diyerek başlaması, Ramiz’in gayrimüslim komşuları aç kalmasın diye kapılarına süt bırakması ya da camide herkese komşusunu ayırt etmeden sevmeyi öğütlemesi seyircide iz bırakıyor. Yaraş diyaloglarda olumlu mesajlar vermeye çalıştıklarını belirtiyor:

“Farklı kökenden insanların bir arada yaşayabileceğini gösteriyoruz. İnanç farklılığı yüzünden kavganın manasızlığını işliyoruz. Balkanlar’da olup bitenler, filler ve çimenler hikayesi... Filler tepişirken, olan bir arada yaşayan insanlara oluyor.”

Fidan bebek

Dizideki mesajların yerine ulaştığını gelen mektuplardan anlıyorlar.

Bir bölümde dul bir kadın yeniden evlenmek istediğinde çocuklarının itirazıyla karşılaşıyordu. Ramiz’in “O sizin babanızın yerini tutacak, sizi sevip sayacak” demesiyle çocuklar ikna oluyordu. Diziyi seyreden aynı durumdaki bir kadın yolladığı mesajda “Oğlum diziyi seyredince evlenmeme izin verdi” diye yazmış. Bir başka mesaj, Kalkandelen köyünün eski sakinlerinden gelmiş. Sırpların katliam yaptığı köyden sağ kurtulan ve soyu devam ettirsin diye memlekete yollanan tek “fidan”ın torunları, dizideki Hüsmen bebekte atalarının hatırasını bulmuşlar.

Can Dündar " Merhaba Rumeli!" yazısı[]

Merhaba Rumeli!

Prizren


Siz hiç, açık havada, ayaklarınızın altından nehir akarken film seyrettiniz mi?

Ben dün seyrettim.

Prizren’in açık hava müzesini andıran tarihi dekorunda, serin bir yaz gecesinin mehtabı altında, Akdere üzerine kurulmuş bir platformda belgesel izlemenin keyfini tattım.

Kosova’nın Priştina’dan sonraki ikinci büyük şehri olan Prizren’e, belgesel festivali “Docufest”in jüri üyesi olarak geldim.

Çok görüp geçirmiş bu küçük şehrin, normalde kullanılmayan bir tanecik sineması var. Ama Kosovalı gönüllüler festival için kentin her köşesini sinema haline getirmişler.

Bahçelerde, dere boylarında kurulu perdelerde, tahta iskemleler üstünde, çevrede salkım saçak toplaşmış biletsiz seyircilerle, hem çocukluğumuzun açık hava sinemalarının unutulmaz sefasını anımsıyor, hem Avrupa ve Balkan sinemasının en yeni belgesellerini izliyoruz.


  • * *

“Osmanlı neydi”yi merak eden, ilkin Prizren’i görmeli... Kent merkezi sayılan Şadırvan’da dolaşmalı; Terzi mahallesini, Muhacir’i, Körağa’yı, Tuzsuz’u turalamalı, kaleye tırmanmalı, Mehmet Paşa Hamamı’na göz atmalı, 500 yıllık Bayraklı Camii’nde namaz kılmalı... Kentin Arnavut kaldırımlarında, dar sokaklara kurulu iki katlı beyaz kerpiç evlerin arasında dolaşırken “celdim, çittim” diye güzelim bir Türkçe konuşanlara kulak kabartmalı... Düğün musakkasını, kuzu gömlek sarmasını, Paşa köftesini, etli biber dolmasını tatmalı... Osmanlı’nın belki de en iyi korunmuş bu mirasçısında, bir arada yaşamanın sırları ve sınırları üzerine kafa yormalı...


  • * *


Sadece Türkçe konuşarak gezebileceğiniz bir kent burası... Arnavut bakkal, Sırp taksi şoförü, Boşnak terzi “Günaydın”ınıza “Günaydın”la karşılık veriyor. Ama Kosovalı Türkler de Arnavut komşusunun selamını onun diliyle cevaplıyor. Böylece bu tarihi şehir, herkesin birbirinin dilini konuştuğu, derdini paylaştığı, dinine hürmet ettiği zengin bir kolaj haline geliyor. Dünyaya bir arada yaşam örneği olabilecek bir kolaj... Ama aynı deneyim bize, kışkırtıldığında bu eşsiz gökkuşağının nasıl bir depremin fay hattına dönüşebileceğini, birbirinin bahçesinde çamaşır kurutan, çocuklarını aynı sınıflarda okutanların nasıl bir anda birbirlerine kıyasıya düşman hale getirilebileceğini de kanıtlıyor. Bu yönüyle hem cennetin krallığını yaşamış Kosova hem cehennemin karanlığını...


  • * *


78 yaşındaki Ziynet Şilik ikisini de görmüş bunların... Osmanlı’nın çekilişine, o trajik Balkan göçüne yetişememiş, ama Halveti dergâhının karşısındaki 450 yıllık evinin penceresinden, ikinci harpte şehrin işgal edilişine şahit olmuş. Sonra Partizanların devrini, Yugoslavya’nın dağılışını, Sırpların tırmanışını yaşamış. “Miloş”un birlikte yaşamı torpilleyişini, komşunun komşuya düşman edilişini, NATO bombardımanını, Türk askerinin alkışlarla şehre gelişini, Sırp komşularının şehri terk edişini görmüş. Şimdi Tito devrini özlüyor; ama çoğu Kosovalı gibi uydu anteninden Türk televizyonlarını, “Elveda Rumeli”yi, “Acı Hayat”ı izliyor. “Mehmetçik FM”den Türkçe şarkılar dinliyor.


  • * *


Bağımsızlıklarına ilk omuz veren Türkiye’ye karşı hem büyük sevgi var burada; hem de büyük beklenti... Osmanlı’nın 500 yıl hükmettiği, dilini “medeniyet dili” olarak benimsettiği Kosova’da halkın çoğunun konuştuğu Türkçe resmi dil olmaktan çıkmıştı. Şimdi Türkiye, yıllar önce acılar içinde “Elveda” dediği Rumeli’ye şimdi sadece askeriyle değil, yatırımıyla, ihraç mallarıyla, restorasyon projeleriyle, sanatı, kültürü, radyosu, televizyonu, okulu, kursuyla yeniden “Merhaba” diyor.


Şimdi, Rumeli’ye bir asır evvel “elveda” deyişlerini bu diziyle anıp yad ediyorlar.

Advertisement