Yenişehir Wiki
Register
Advertisement
Süleyman Nazif'e Gölgeler Bayrak
Mehmet Akif Ersoy
Azimden Sonra Tevekkül
Mehmet Akif tarafından Farhu´n-nisâ Emîre Hadîce Hanımefendi Hazretlerine atfen yazılmıştır.
Bakınız

Şablon:Firavun ile Yüzyüze - d


Firavun İle Yüzyüze - Mehmet Akif Ersoy - Safahat
Firavun İle Yüzyüze/1
Firavun İle Yüzyüze/2
Firavun İle Yüzyüze/3
Firavun İle Yüzyüze/4
Firavun İle Yüzyüze/Aslı
Firavun İle Yüzyüze/İngilizce
Firavun İle Yüzyüze/Azerice
Firavun İle Yüzyüze/Osmanlıca
Firavun İle Yüzyüze/Özbekçe
Firavun İle Yüzyüze/Almanca

Latin harflerine transkriptli metin Sadeleştirilmiş metin İngilizce Tercümesi

Şu bağlı yelkeni çözsek de, nehri altıyarak

Biraz da karşıki vâdîye doğru yollansak.

Güneş çocuk: Yoracak hâli yok sular durgun;

Gelin gecikmiyelim, tam zamânı yolculuğun.

Kürekler işlesin öyleyse, durmadan gideriz.


Fakat, bu "Nîl-i Mübârek" mezar kadar hissiz:

Bütün sevâhili boğmuş, gömerken emvâcı,

Ne vardı bir acı duysaydı? Şöyle dursun acı,

Huzûr içinde, sanırsın ki ninniler duyuyor.

Semâyı altına sermiş, derin derin, uyuyor.

Henüz harîm-i zılâlinde bir cihan saklar,

O, belki yetmiş asırlık, mehîb Karnak´lar;

Alınların biriken kanlı, terli hüsrânı:

Şu Teb harâbesinin dalga dalga umrânı;

Şu, sermediyyeti hâlâ sayıklıyan, âsâr,

Ki hây u hûy-i medîdiyle inlemişti civâr...

Bugün, sütunlarının küskün ihtişâmıyle,

Ne ser-nigûn oluvermiş, aman bakın Nîl´e!


Yanaştık öyle mi? A´lâ! Geniş de bir kumsal;

Hemen basıp çıkalım, açmasın kenardaki sal.

Zemîn epey batıyor. Yolcu geçmemiş çokluk...

Şu hurmalıkları tuttuk mu, oh, kurtulduk...

Meğer hiç öyle değilmiş, ne inkisâr-ı hayâl:

Aşınca vâhayı, bir kumdur etti istikbâl!

Batar, çıkar, gideriz, çâresiz, yorulsak da.

Evet, belimede, yer yer, birer sevimli ada;

Nedir ki arkası umran, filân değil, heyhat,

O, çöl dedikleri aylarca bitmeyen nakarat!


Daraldı gitgide vâdî, demek yakınlaştık.

Harâbeler sökedursun, yavaş yavaş, artık:

Göründü işte sütunlar, kırık dökük yer yer,

Göründü yerlere bî-tâb düşmüş âbideler;

Göründü kaç sıra ma´bed ki kaplamış yurdu;

Göründü birçoğunun pâre pâre ma´bûdu!

Sağında nâ-mütenâhî yıkıntı dalgaları;

Solunda hangi harîminse tek kalan duvarı;

Önünde, gövdesi kırk elli parça, heykeller;

İleride burnu kopuk başlar, arkasız beller.

O yanda kumlara yüzlerce dev kadîdi batar;

Bu yanda toprağı bin müstahâse yırtar atar.

Harâb emellerin enkâzı savrulur şurada;

Yıkık sarayları çiğner geçer nigâh arada...

Hulâsa, bir, ebedî kevni yok, zemîn-i fesâd,

İçinde haşre kadar haşrolur durur ecsâd!


Sıkıştı gitgide vâdî, nihâyet oldu boğaz.

Güneş çocuk değil artık, şu var ki pek yaramaz:

Sonunda cevvi tutuşturmak istedikçe hele,

Çekilmiyordu bu en nazlı günlerinde bile!


Aman bakın, ne perîşan şu toprağın hâli:

Bucak bucak deşerek toprak olmuş ensâli,

Çukurlarıyle, hayır, leşleriyle yutmuşlar!

Kefen soyanlar adammış, bu fâreler canavar!

Delik deşik kayalıklar, delik deşik sağ sol:

Mezar araştırıyor her tarafta bir sürü kol.

Sürüklenir sıralanmış paçavra enkâzı,

Zuhûr eder diye, altında mumyalar ba´zı;

Didiklenir, elenir, kül, kemik bütün kümeler...

Nedir bu acz-i beşer karşısında hırs-ı beşer?


Büküldü tuttuğumuz yol cenûba doğru biraz;

Güneşse rüşdüne rağmen bütün bütün yaramaz:

Önünde damla kadar gölge sezmesin alevi,

Bir ân içinde, bakarsın, adımlayıp cevvi,

Ne kuytu der, ne siper, parçalar geçer mutlak;

Nasıl ki parçalamış: Her taraf çırılçıplak!


Asıl belâsı: Bu gittikçe kıvrılan dirsek

Uzun sürerse, emînim, devâm edilmiyecek:

Kireç yakılmaya mahsus ocakların bir eşi,

Kürek kürek saçıyor küllenip duran güneşi!

Hayır, sürekli değil, bitti, hem yaman bitti;

Gelin de sahneyi bir seyredin, gelin şimdi:

Geçit biraz dönerek garba sarkacak yerde,

Gerildi ansızın âfâka bir kızıl perde:

Ne ihtişâm-ı İlâhî! Ne saltanat! Ne celâl!

Eteklerinde zemîn, devre devre, izmihlâl.

Bu cebhe ferc-i ezelden örülmüş olsa gerek;

Gurûb alevleri, yâhud, tehaccür eyliyerek

Harîs emelleri tehdîde etmek üzre devam,

Fezâda alnını çatmış bu sermedî ehrâm!

Evet, murâkabe hâlinde bir sükût-i mehîb,

Çıkıp harâbe-i edvâra yaslanan bu hatîb.

Ne bir hitâbe, hayır, yükselen, ne bir minber,

O çünkü çok daha yüksek o bir derin makber!


Bu kıpkızıl kayanın bağrı kaç yerinden oyuk!

Sırayla birçok isim var... Tesâdüfen okuduk:

"İkinci Amnofis" a´lâ! Hemen girip görelim...

Eşikte loştu, kovuk şimdi büsbütün muzlim.

Şu var ki, sürmedi, sıyrıldı perdeler nâgâh,

Çevirdi düğmeyi, besbelli, arkadan fellâh.

Işık güzel, azıcık yol çetin, fakat bu da hiç.

İşin fenâsı: İçerden gelen sıcak müz´ic...

Ne çâre! İnmeli, mâdem ki sormadan girdik...

Aşağıya doğru zemînin devâmı haylice dik...

Hayır, kapanmıyabilmek hüner değil o kadar;

Adımda bir basamak var ki taştan oymuşlar.

Yavaş yavaş iniyorken uzandı bir köprü...

Önünde var ya delîlin, tevekkül et de yürü!

Geçer miyiz, geçeriz, haydi şimdi, bismillâh!

Kazâ savuştu ya, lâkin, ne söylüyor fellâh:

Meğer, zifir mi zifır, bir belâlı kan kuyusu,

Bu takma köprünün altında tutmamış mı pusu!

Demek ki: Çalmak için muhteşem kemiklerini,

İkinci Amnofıs´in kim delerse makberini;

-Nüfûza uğraşıyorken yolun serâirine -

Basınca eğreti konmuş kapakların birine,

Cehennemin dibi buymuş, deyip tekerlenecek!


Aman çabuk geçelim, yer tekin değilmiş pek...

Demin kalan basamaklar yetiştiler tekrar,

Beraber etmeye baktık aşağıya doğru firar.

Sitâre mevkibi halinde kâfileyle ziyâ,

Geçit boyunca dizilmiş, pırıl pırıl, gûyâ:

Kovanda habsedilen bir yığın ateşböceği,

Delip halâs olayım, der, bu sermedî geceyi!

Duvarların, tavanın her yerinde, bî pâyan,

Tekerrürüyle tevâlî eden rumûz-i beyan.

Nedir leyâle bürünmüş o renk renk eşkâl?

Kimin hesâbına zulmette oynayın bu hayâl?


Kimin? Nedir? diye, lâkin, kolayladık geçidi;

Direkli bir yere çıkmaktayız, bakın, şimdi.

Harîm-i hâsına geldik demek ki, Fir´avn´ın;

Gürültü etmiyelim, bî-huzûr olur, amanın!


Fakat, bu sahne, dağın sînesinde, pek müdhiş:

Açık semâ gibi yıldızlı, mâvi bir meneviş,

Parıldayıp duruyor, kaplamış bütün sakfı.

Duvarlann görünen sağlı, sollu, her tarafı,

-Memâtı hep akabâtıyle gösterir yollu -

Ecinni ordusu şeklinde bin hurâfe dolu.

Nasıl ki aynı hikâyâtı söylüyor tekmîl,

Şu perde perde sütunlar da işte ber-tafsîl.


Peki, o nerde? diyorduk hemen zuhûr etti,

Benekli kırmızı benziyle parlayan lâhdi.

Açıktı üstü, kapak, şimdi, bir kalın camdı;

Başında düğme de varmış ki, asrın evlâdı,

Koşup bükünce, ziyâ huzme huzme fışkırararak

Göründü, kalkamaz olmuş, zavallı bir hortlak!


Adâletin ne şehâmetli bir tecellisi,

Şu, leş görür gibi görmek İkinci Amnofıs´i!

Bu Fir´avun ki, civârından ürküyordu beşer;

Bu Fir avun ki, saraylar, sütunlar, âbideler,

Bütün hayâtını ezberletirdi âfâka;

Bu Fir´avun ki eğilmişse boynu bir hakka,

O sâde kendi bekâsıydı, kendi nefsiydi;

Bu Firâvun ki, o zıllin hayâl-i te´bîdi,

Dumanlı beynini sardıkça, artık efrâda;

Bu Fir´avun ki, cehennemdi yerde kâbûsu,

Cehennem olmadan evvel vücûd-i menhûsu;

Bu Fir´avun ki, beşer, korkudan, büküp belini,


Huşû´ içinde tavâf eylemişti heykelini;

Bu Fir´avun, bu görünmez kazâ, bu saklı belâ,

Ki bir zaman tapılıp dendi: "Rabbune´l-a´lâ!"...

Ne intikâm-ı İlâhî, ne sermedi hüsran:

Gelen, geçenlere ibret, yatar sefil, üryan!

Soyulmadık eti kalmış, bilinmiyor kefeni;

Açıkta, mumyası hâlâ dağılmıyan, bedeni.


Bu çehre miydi ki titrerdi karşısında zemîn?

Bunun mu handesi âfâka tarh ederdi enîn?

Hayır, bu çehre değil şimdi, bir sicill-i azâb:

Bütün hutûtu perîşan, bütün meâli harâb.

Birer siyâh uçurum gürleyen, çakar gözler

O yıldırımların artık yerinden yeller eser!

Ölüm derinleşe dursun çökük şakaklarda,

Düğümlü bir acı hüsran henüz dudaklarda.

Nedir düşündüğü, bilmem, o seyrelen sakalın;

Bir ıztırâb-ı mehîbin zebûnu lâkin alın.

Yanık kütüklere dönmüş, karın, kasık, el, ayak;

Yakında küllenerek hepsi târumâr olacak.


Şu gördüğüm mü nihâyet, bu leş mi âkıbetin?

Bunun mu uğruna milyonla rûhu inlettin?

Şeâmetin ne de etmiş ki cevvi istîla:

Hayâtın ayrı felâket, memâtın ayrı belâ!

Evet, sen eyliyemezdin sütun sütun feveran,

Boşanmasaydı o ter bigünâh alınlardan.

Zehirli ot gibi fışkırdı heykelin, yer yer,


Sulandı çünkü şu vâdî beşer kanıyle, beer

Zemîne sığmadı bir türlü, korkarım, cesedin;

Yazık ki murdarı toprak bulup da örtemedin!

Değer mi dağları tırnakla, dişle oydurarak

İçinde bir leş için muhteşem saray kurmak?

Nedir bu kokmuşa dünyâda olmadık tekrîm?

Niçin nasîbi değil rûhunun, bu nâz ü nâîm?

Merâmın ölmeyebilmekse, ölmemek mümkin:

Saçıp savurduğun enfâs-ı ömrünün, lâkin,

Dedin de birkaçı olsun Hudâ yolunda fedâ,

Şu mâvi kubbeye gömdün mü bir sürekli sadâ?

Ölüm saçarken o şimşekli gözler âfâka,

Eğildi baktı mı toprakta can veren halka?

Şu duygusuz yüreğin susturup leâmetini,

Yanık yüreklere sundun mu yâd-ı rahmetini?

Geçen hayât-ı sefilin - ki hep çamur, hep kan! -

Deşildi, taştı da bir gün samîm-i yâdından,

O levsi gördün, utandın, terinle oğdun mu?

Ağarmıyorsa, nedâmet selinde boğdun mu?

Hayır, hayâ denilen renk o çehreden ne uzak!

Yumuldu gitti gözün, kirpiğin yaşamıyarak!

Sığındı mumyaya ciyfen, yegâne Şâheserin;

Fakat, sığındı mı gufrâna rûh-i derbederin?


Hayâtının deşiversem birinci perdesini,

Kulaklarım duyacak çıplak etlerin sesini.

O etlerin ki alev püsküren sıcaklarda,

Tüter dururdu, inen kırbacınla kalkar da!

Yorulmak onlar için bir bilinmedik haktı,

O etlerin ki bütün hakkı parçalanmaktı!


Gözümde canlanıyor, şimdi, devr-i muhteşemin;

Nasıl hayâleti kumlardan uğradıysa, demin.

Fakat, nasîbini almış ki her tarafta ibâd,

Yetîm iniltisi, ancak kesilmeyen feryâd!

Ne hânümanları yıktın yıkılmadan şuraya?

Ne âşiyanları ezmişti, kim bilir, şu kaya?

Dokunsam ağlıyacak söylemez ki kaç kanı var,

Uzandığın çukurun, karşıdan bakan şu duvar,

Ne yüzle söyliyebilsin: Şerîk-i hüsrânı!


Bileydim, ey koca Mısr´ın ilâh-i üryânı!

Mezâra, heykele âid bütün bu velveleler,

Bekân için mi hakîkat? Merâmın oysa, heder!

Evet, bütün beşerin hakkıdır bekâ emeli;

Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten istemeli!

Güncel Türkçesi[]

Şu bağlı yelkeni çözsek de, nehri altıyarak

Biraz da karşıki vâdîye doğru yollansak.

Güneş çocuk: Yoracak hâli yok sular durgun;

Gelin gecikmiyelim, tam zamânı yolculuğun.

Kürekler işlesin öyleyse, durmadan gideriz.


Fakat, bu "Mubarek Nil" mezar kadar hissiz:

Bütün sahilleri boğmuş, gömerken dalgaları,

Ne vardı bir acı duysaydı? Şöyle dursun acı,

Huzûr içinde, sanırsın ki ninniler duyuyor.

Gökyüzünün altına sermiş, derin derin, uyuyor.

Henüz harîm-i zılâlinde bir cihan saklar,

O, belki yetmiş asırlık, mehîb Karnak´lar;

Alınların biriken kanlı, terli hüsrânı:

Şu Teb harâbesinin dalga dalga umrânı;

Şu, sermediyyeti hâlâ sayıklıyan, âsâr,

Ki hây u hûy-i medîdiyle inlemişti civâr...

Bugün, sütunlarının küskün ihtişâmıyle,

Ne ser-nigûn oluvermiş, aman bakın Nîl´e!


Yanaştık öyle mi? A´lâ! Geniş de bir kumsal;

Hemen basıp çıkalım, açmasın kenardaki sal.

Zemîn epey batıyor. Yolcu geçmemiş çokluk...

Şu hurmalıkları tuttuk mu, oh, kurtulduk...

Meğer hiç öyle değilmiş, ne inkisâr-ı hayâl:

Aşınca vâhayı, bir kumdur etti istikbâl!

Batar, çıkar, gideriz, çâresiz, yorulsak da.

Evet, belimede, yer yer, birer sevimli ada;

Nedir ki arkası umran, filân değil, heyhat,

O, çöl dedikleri aylarca bitmeyen nakarat!


Daraldı gitgide vâdî, demek yakınlaştık.

Harâbeler sökedursun, yavaş yavaş, artık:

Göründü işte sütunlar, kırık dökük yer yer,

Göründü yerlere bî-tâb düşmüş âbideler;

Göründü kaç sıra ma´bed ki kaplamış yurdu;

Göründü birçoğunun pâre pâre ma´bûdu!

Sağında nâ-mütenâhî yıkıntı dalgaları;

Solunda hangi harîminse tek kalan duvarı;

Önünde, gövdesi kırk elli parça, heykeller;

İleride burnu kopuk başlar, arkasız beller.

O yanda kumlara yüzlerce dev kadîdi batar;

Bu yanda toprağı bin müstahâse yırtar atar.

Harâb emellerin enkâzı savrulur şurada;

Yıkık sarayları çiğner geçer nigâh arada...

Hulâsa, bir, ebedî kevni yok, zemîn-i fesâd,

İçinde haşre kadar haşrolur durur ecsâd!


Sıkıştı gitgide vâdî, nihâyet oldu boğaz.

Güneş çocuk değil artık, şu var ki pek yaramaz:

Sonunda cevvi tutuşturmak istedikçe hele,

Çekilmiyordu bu en nazlı günlerinde bile!


Aman bakın, ne perîşan şu toprağın hâli:

Bucak bucak deşerek toprak olmuş ensâli,

Çukurlarıyle, hayır, leşleriyle yutmuşlar!

Kefen soyanlar adammış, bu fâreler canavar!

Delik deşik kayalıklar, delik deşik sağ sol:

Mezar araştırıyor her tarafta bir sürü kol.

Sürüklenir sıralanmış paçavra enkâzı,

Zuhûr eder diye, altında mumyalar ba´zı;

Didiklenir, elenir, kül, kemik bütün kümeler...

Nedir bu acz-i beşer karşısında hırs-ı beşer?


Büküldü tuttuğumuz yol cenûba doğru biraz;

Güneşse rüşdüne rağmen bütün bütün yaramaz:

Önünde damla kadar gölge sezmesin alevi,

Bir ân içinde, bakarsın, adımlayıp cevvi,

Ne kuytu der, ne siper, parçalar geçer mutlak;

Nasıl ki parçalamış: Her taraf çırılçıplak!


Asıl belâsı: Bu gittikçe kıvrılan dirsek

Uzun sürerse, emînim, devâm edilmiyecek:

Kireç yakılmaya mahsus ocakların bir eşi,

Kürek kürek saçıyor küllenip duran güneşi!

Hayır, sürekli değil, bitti, hem yaman bitti;

Gelin de sahneyi bir seyredin, gelin şimdi:

Geçit biraz dönerek garba sarkacak yerde,

Gerildi ansızın âfâka bir kızıl perde:

Ne ihtişâm-ı İlâhî! Ne saltanat! Ne celâl!

Eteklerinde zemîn, devre devre, izmihlâl.

Bu cebhe ferc-i ezelden örülmüş olsa gerek;

Gurûb alevleri, yâhud, tehaccür eyliyerek

Harîs emelleri tehdîde etmek üzre devam,

Fezâda alnını çatmış bu sermedî ehrâm!

Evet, murâkabe hâlinde bir sükût-i mehîb,

Çıkıp harâbe-i edvâra yaslanan bu hatîb.

Ne bir hitâbe, hayır, yükselen, ne bir minber,

O çünkü çok daha yüksek o bir derin makber!


Bu kıpkızıl kayanın bağrı kaç yerinden oyuk!

Sırayla birçok isim var... Tesâdüfen okuduk:

"İkinci Amnofis" a´lâ! Hemen girip görelim...

Eşikte loştu, kovuk şimdi büsbütün muzlim.

Şu var ki, sürmedi, sıyrıldı perdeler nâgâh,

Çevirdi düğmeyi, besbelli, arkadan fellâh.

Işık güzel, azıcık yol çetin, fakat bu da hiç.

İşin fenâsı: İçerden gelen sıcak müz´ic...

Ne çâre! İnmeli, mâdem ki sormadan girdik...

Aşağıya doğru zemînin devâmı haylice dik...

Hayır, kapanmıyabilmek hüner değil o kadar;

Adımda bir basamak var ki taştan oymuşlar.

Yavaş yavaş iniyorken uzandı bir köprü...

Önünde var ya delîlin, tevekkül et de yürü!

Geçer miyiz, geçeriz, haydi şimdi, bismillâh!

Kazâ savuştu ya, lâkin, ne söylüyor fellâh:

Meğer, zifir mi zifır, bir belâlı kan kuyusu,

Bu takma köprünün altında tutmamış mı pusu!

Demek ki: Çalmak için muhteşem kemiklerini,

İkinci Amnofıs´in kim delerse makberini;

-Nüfûza uğraşıyorken yolun serâirine -

Basınca eğreti konmuş kapakların birine,

Cehennemin dibi buymuş, deyip tekerlenecek!


Aman çabuk geçelim, yer tekin değilmiş pek...

Demin kalan basamaklar yetiştiler tekrar,

Beraber etmeye baktık aşağıya doğru firar.

Sitâre mevkibi halinde kâfileyle ziyâ,

Geçit boyunca dizilmiş, pırıl pırıl, gûyâ:

Kovanda habsedilen bir yığın ateşböceği,

Delip halâs olayım, der, bu sermedî geceyi!

Duvarların, tavanın her yerinde, bî pâyan,

Tekerrürüyle tevâlî eden rumûz-i beyan.

Nedir leyâle bürünmüş o renk renk eşkâl?

Kimin hesâbına zulmette oynayın bu hayâl?


Kimin? Nedir? diye, lâkin, kolayladık geçidi;

Direkli bir yere çıkmaktayız, bakın, şimdi.

Harîm-i hâsına geldik demek ki, Fir´avn´ın;

Gürültü etmiyelim, bî-huzûr olur, amanın!


Fakat, bu sahne, dağın sînesinde, pek müdhiş:

Açık semâ gibi yıldızlı, mâvi bir meneviş,

Parıldayıp duruyor, kaplamış bütün sakfı.

Duvarlann görünen sağlı, sollu, her tarafı,

-Memâtı hep akabâtıyle gösterir yollu -

Ecinni ordusu şeklinde bin hurâfe dolu.

Nasıl ki aynı hikâyâtı söylüyor tekmîl,

Şu perde perde sütunlar da işte ber-tafsîl.


Peki, o nerde? diyorduk hemen zuhûr etti,

Benekli kırmızı benziyle parlayan lâhdi.

Açıktı üstü, kapak, şimdi, bir kalın camdı;

Başında düğme de varmış ki, asrın evlâdı,

Koşup bükünce, ziyâ huzme huzme fışkırararak

Göründü, kalkamaz olmuş, zavallı bir hortlak!


Adâletin ne şehâmetli bir tecellisi,

Şu, leş görür gibi görmek İkinci Amnofıs´i!

Bu Fir´avun ki, civârından ürküyordu beşer;

Bu Fir avun ki, saraylar, sütunlar, âbideler,

Bütün hayâtını ezberletirdi âfâka;

Bu Fir´avun ki eğilmişse boynu bir hakka,

O sâde kendi bekâsıydı, kendi nefsiydi;

Bu Firâvun ki, o zıllin hayâl-i te´bîdi,

Dumanlı beynini sardıkça, artık efrâda;

Bu Fir´avun ki, cehennemdi yerde kâbûsu,

Cehennem olmadan evvel vücûd-i menhûsu;

Bu Fir´avun ki, beşer, korkudan, büküp belini,


Huşû´ içinde tavâf eylemişti heykelini;

Bu Fir´avun, bu görünmez kazâ, bu saklı belâ,

Ki bir zaman tapılıp dendi: "Rabbune´l-a´lâ!"...

Ne intikâm-ı İlâhî, ne sermedi hüsran:

Gelen, geçenlere ibret, yatar sefil, üryan!

Soyulmadık eti kalmış, bilinmiyor kefeni;

Açıkta, mumyası hâlâ dağılmıyan, bedeni.


Bu çehre miydi ki titrerdi karşısında zemîn?

Bunun mu handesi âfâka tarh ederdi enîn?

Hayır, bu çehre değil şimdi, bir sicill-i azâb:

Bütün hutûtu perîşan, bütün meâli harâb.

Birer siyâh uçurum gürleyen, çakar gözler

O yıldırımların artık yerinden yeller eser!

Ölüm derinleşe dursun çökük şakaklarda,

Düğümlü bir acı hüsran henüz dudaklarda.

Nedir düşündüğü, bilmem, o seyrelen sakalın;

Bir ıztırâb-ı mehîbin zebûnu lâkin alın.

Yanık kütüklere dönmüş, karın, kasık, el, ayak;

Yakında küllenerek hepsi târumâr olacak.


Şu gördüğüm mü nihâyet, bu leş mi âkıbetin?

Bunun mu uğruna milyonla rûhu inlettin?

Şeâmetin ne de etmiş ki cevvi istîla:

Hayâtın ayrı felâket, memâtın ayrı belâ!

Evet, sen eyliyemezdin sütun sütun feveran,

Boşanmasaydı o ter bigünâh alınlardan.

Zehirli ot gibi fışkırdı heykelin, yer yer,


Sulandı çünkü şu vâdî beşer kanıyle, beer

Zemîne sığmadı bir türlü, korkarım, cesedin;

Yazık ki murdarı toprak bulup da örtemedin!

Değer mi dağları tırnakla, dişle oydurarak

İçinde bir leş için muhteşem saray kurmak?

Nedir bu kokmuşa dünyâda olmadık tekrîm?

Niçin nasîbi değil rûhunun, bu nâz ü nâîm?

Merâmın ölmeyebilmekse, ölmemek mümkin:

Saçıp savurduğun enfâs-ı ömrünün, lâkin,

Dedin de birkaçı olsun Hudâ yolunda fedâ,

Şu mâvi kubbeye gömdün mü bir sürekli sadâ?

Ölüm saçarken o şimşekli gözler âfâka,

Eğildi baktı mı toprakta can veren halka?

Şu duygusuz yüreğin susturup leâmetini,

Yanık yüreklere sundun mu yâd-ı rahmetini?

Geçen hayât-ı sefilin - ki hep çamur, hep kan! -

Deşildi, taştı da bir gün samîm-i yâdından,

O levsi gördün, utandın, terinle oğdun mu?

Ağarmıyorsa, nedâmet selinde boğdun mu?

Hayır, hayâ denilen renk o çehreden ne uzak!

Yumuldu gitti gözün, kirpiğin yaşamıyarak!

Sığındı mumyaya ciyfen, yegâne Şâheserin;

Fakat, sığındı mı gufrâna rûh-i derbederin?


Hayâtının deşiversem birinci perdesini,

Kulaklarım duyacak çıplak etlerin sesini.

O etlerin ki alev püsküren sıcaklarda,

Tüter dururdu, inen kırbacınla kalkar da!

Yorulmak onlar için bir bilinmedik haktı,

O etlerin ki bütün hakkı parçalanmaktı!


Gözümde canlanıyor, şimdi, devr-i muhteşemin;

Nasıl hayâleti kumlardan uğradıysa, demin.

Fakat, nasîbini almış ki her tarafta ibâd,

Yetîm iniltisi, ancak kesilmeyen feryâd!

Ne hânümanları yıktın yıkılmadan şuraya?

Ne âşiyanları ezmişti, kim bilir, şu kaya?

Dokunsam ağlıyacak söylemez ki kaç kanı var,

Uzandığın çukurun, karşıdan bakan şu duvar,

Ne yüzle söyliyebilsin: Şerîk-i hüsrânı!


Bileydim, ey koca Mısr´ın ilâh-i üryânı!

Mezâra, heykele âid bütün bu velveleler,

Bekân için mi hakîkat? Merâmın oysa, heder!

Evet, bütün beşerin hakkıdır bekâ emeli;

Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten istemeli!



Şiir Metni
Güncel Türkçesi
İngilizce Tercüme
Osmanlıca
'Farhu'un-nisa Emire Hadice 'Hanımefendi Hazretlerine
Kadınların kendisiyle övündüğü Prenses Hatice

Hanımefendi Hazretlerine

Princess Hatice itself boasts of women Lady Majesty
örnek osmanlıca مقدمة
Şu bağlı yelkeni çözsek de, nehri altıyarak Biraz da karşıki vâdîye doğru yollansak.
Şu bağlı yelkeni çözsek de, nehri atlayarak, Biraz da karşıki vadiye doğru yollansak
 
örnek osmanlıca مقدمة
 
 
İngilizce Tercüme Buraya
örnek osmanlıca مقدمة
 
 
İngilizce Tercüme Buraya
örnek osmanlıca مقدمة
Güneş çocuk: Yoracak hâli yok sular durgun; Güneş çocuk: Yoracak hâli yok, sular durgun;
Gelin gecikmiyelim, tam zamânı yolculuğun. Gelin gecikmeyelim, tam zamanı yolculuğun.


.....................................................................

Şiir Metni Güncel Türkçesi İngilizce tercüme Osmanlıca

Farhu'un-nisa Emire Hadice

Hanımefendi Hazretlerine


Şu bağlı yelkeni çözsek de, nehri altıyarak

Biraz da karşıki vâdîye doğru yollansak.

Güneş çocuk: Yoracak hâli yok sular durgun;

Gelin gecikmiyelim, tam zamânı yolculuğun.

Kürekler işlesin öyleyse, durmadan gideriz.


Fakat, bu "Nîl-i Mübârek" mezar kadar hissiz:

Bütün sevâhili boğmuş, gömerken emvâcı,

Ne vardı bir acı duysaydı? Şöyle dursun acı,

Huzûr içinde, sanırsın ki ninniler duyuyor.

Semâyı altına sermiş, derin derin, uyuyor.

Henüz harîm-i zılâlinde bir cihan saklar,

O, belki yetmiş asırlık, mehîb Karnak´lar;

Alınların biriken kanlı, terli hüsrânı:

Şu Teb harâbesinin dalga dalga umrânı;

Şu, sermediyyeti hâlâ sayıklıyan, âsâr,

Ki hây u hûy-i medîdiyle inlemişti civâr...

Bugün, sütunlarının küskün ihtişâmıyle,

Ne ser-nigûn oluvermiş, aman bakın Nîl´e!


Yanaştık öyle mi? A´lâ! Geniş de bir kumsal;

Hemen basıp çıkalım, açmasın kenardaki sal.

Zemîn epey batıyor. Yolcu geçmemiş çokluk...

Şu hurmalıkları tuttuk mu, oh, kurtulduk...

Meğer hiç öyle değilmiş, ne inkisâr-ı hayâl:

Aşınca vâhayı, bir kumdur etti istikbâl!

Batar, çıkar, gideriz, çâresiz, yorulsak da.

Evet, belimede, yer yer, birer sevimli ada;

Nedir ki arkası umran, filân değil, heyhat,

O, çöl dedikleri aylarca bitmeyen nakarat!


Daraldı gitgide vâdî, demek yakınlaştık.

Harâbeler sökedursun, yavaş yavaş, artık:

Göründü işte sütunlar, kırık dökük yer yer,

Göründü yerlere bî-tâb düşmüş âbideler;

Göründü kaç sıra ma´bed ki kaplamış yurdu;

Göründü birçoğunun pâre pâre ma´bûdu!

Sağında nâ-mütenâhî yıkıntı dalgaları;

Solunda hangi harîminse tek kalan duvarı;

Önünde, gövdesi kırk elli parça, heykeller;

İleride burnu kopuk başlar, arkasız beller.

O yanda kumlara yüzlerce dev kadîdi batar;

Bu yanda toprağı bin müstahâse yırtar atar.

Harâb emellerin enkâzı savrulur şurada;

Yıkık sarayları çiğner geçer nigâh arada...

Hulâsa, bir, ebedî kevni yok, zemîn-i fesâd,

İçinde haşre kadar haşrolur durur ecsâd!


Sıkıştı gitgide vâdî, nihâyet oldu boğaz.

Güneş çocuk değil artık, şu var ki pek yaramaz:

Sonunda cevvi tutuşturmak istedikçe hele,

Çekilmiyordu bu en nazlı günlerinde bile!


Aman bakın, ne perîşan şu toprağın hâli:

Bucak bucak deşerek toprak olmuş ensâli,

Çukurlarıyle, hayır, leşleriyle yutmuşlar!

Kefen soyanlar adammış, bu fâreler canavar!

Delik deşik kayalıklar, delik deşik sağ sol:

Mezar araştırıyor her tarafta bir sürü kol.

Sürüklenir sıralanmış paçavra enkâzı,

Zuhûr eder diye, altında mumyalar ba´zı;

Didiklenir, elenir, kül, kemik bütün kümeler...

Nedir bu acz-i beşer karşısında hırs-ı beşer?


Büküldü tuttuğumuz yol cenûba doğru biraz;

Güneşse rüşdüne rağmen bütün bütün yaramaz:

Önünde damla kadar gölge sezmesin alevi,

Bir ân içinde, bakarsın, adımlayıp cevvi,

Ne kuytu der, ne siper, parçalar geçer mutlak;

Nasıl ki parçalamış: Her taraf çırılçıplak!


Asıl belâsı: Bu gittikçe kıvrılan dirsek

Uzun sürerse, emînim, devâm edilmiyecek:

Kireç yakılmaya mahsus ocakların bir eşi,

Kürek kürek saçıyor küllenip duran güneşi!

Hayır, sürekli değil, bitti, hem yaman bitti;

Gelin de sahneyi bir seyredin, gelin şimdi:

Geçit biraz dönerek garba sarkacak yerde,

Gerildi ansızın âfâka bir kızıl perde:

Ne ihtişâm-ı İlâhî! Ne saltanat! Ne celâl!

Eteklerinde zemîn, devre devre, izmihlâl.

Bu cebhe ferc-i ezelden örülmüş olsa gerek;

Gurûb alevleri, yâhud, tehaccür eyliyerek

Harîs emelleri tehdîde etmek üzre devam,

Fezâda alnını çatmış bu sermedî ehrâm!

Evet, murâkabe hâlinde bir sükût-i mehîb,

Çıkıp harâbe-i edvâra yaslanan bu hatîb.

Ne bir hitâbe, hayır, yükselen, ne bir minber,

O çünkü çok daha yüksek o bir derin makber!


Bu kıpkızıl kayanın bağrı kaç yerinden oyuk!

Sırayla birçok isim var... Tesâdüfen okuduk:

"İkinci Amnofis" a´lâ! Hemen girip görelim...

Eşikte loştu, kovuk şimdi büsbütün muzlim.

Şu var ki, sürmedi, sıyrıldı perdeler nâgâh,

Çevirdi düğmeyi, besbelli, arkadan fellâh.

Işık güzel, azıcık yol çetin, fakat bu da hiç.

İşin fenâsı: İçerden gelen sıcak müz´ic...

Ne çâre! İnmeli, mâdem ki sormadan girdik...

Aşağıya doğru zemînin devâmı haylice dik...

Hayır, kapanmıyabilmek hüner değil o kadar;

Adımda bir basamak var ki taştan oymuşlar.

Yavaş yavaş iniyorken uzandı bir köprü...

Önünde var ya delîlin, tevekkül et de yürü!

Geçer miyiz, geçeriz, haydi şimdi, bismillâh!

Kazâ savuştu ya, lâkin, ne söylüyor fellâh:

Meğer, zifir mi zifır, bir belâlı kan kuyusu,

Bu takma köprünün altında tutmamış mı pusu!

Demek ki: Çalmak için muhteşem kemiklerini,

İkinci Amnofıs´in kim delerse makberini;

-Nüfûza uğraşıyorken yolun serâirine -

Basınca eğreti konmuş kapakların birine,

Cehennemin dibi buymuş, deyip tekerlenecek!


Aman çabuk geçelim, yer tekin değilmiş pek...

Demin kalan basamaklar yetiştiler tekrar,

Beraber etmeye baktık aşağıya doğru firar.

Sitâre mevkibi halinde kâfileyle ziyâ,

Geçit boyunca dizilmiş, pırıl pırıl, gûyâ:

Kovanda habsedilen bir yığın ateşböceği,

Delip halâs olayım, der, bu sermedî geceyi!

Duvarların, tavanın her yerinde, bî pâyan,

Tekerrürüyle tevâlî eden rumûz-i beyan.

Nedir leyâle bürünmüş o renk renk eşkâl?

Kimin hesâbına zulmette oynayın bu hayâl?


Kimin? Nedir? diye, lâkin, kolayladık geçidi;

Direkli bir yere çıkmaktayız, bakın, şimdi.

Harîm-i hâsına geldik demek ki, Fir´avn´ın;

Gürültü etmiyelim, bî-huzûr olur, amanın!


Fakat, bu sahne, dağın sînesinde, pek müdhiş:

Açık semâ gibi yıldızlı, mâvi bir meneviş,

Parıldayıp duruyor, kaplamış bütün sakfı.

Duvarlann görünen sağlı, sollu, her tarafı,

-Memâtı hep akabâtıyle gösterir yollu -

Ecinni ordusu şeklinde bin hurâfe dolu.

Nasıl ki aynı hikâyâtı söylüyor tekmîl,

Şu perde perde sütunlar da işte ber-tafsîl.


Peki, o nerde? diyorduk hemen zuhûr etti,

Benekli kırmızı benziyle parlayan lâhdi.

Açıktı üstü, kapak, şimdi, bir kalın camdı;

Başında düğme de varmış ki, asrın evlâdı,

Koşup bükünce, ziyâ huzme huzme fışkırararak

Göründü, kalkamaz olmuş, zavallı bir hortlak!


Adâletin ne şehâmetli bir tecellisi,

Şu, leş görür gibi görmek İkinci Amnofıs´i!

Bu Fir´avun ki, civârından ürküyordu beşer;

Bu Fir avun ki, saraylar, sütunlar, âbideler,

Bütün hayâtını ezberletirdi âfâka;

Bu Fir´avun ki eğilmişse boynu bir hakka,

O sâde kendi bekâsıydı, kendi nefsiydi;

Bu Firâvun ki, o zıllin hayâl-i te´bîdi,

Dumanlı beynini sardıkça, artık efrâda;

Bu Fir´avun ki, cehennemdi yerde kâbûsu,

Cehennem olmadan evvel vücûd-i menhûsu;

Bu Fir´avun ki, beşer, korkudan, büküp belini,


Huşû´ içinde tavâf eylemişti heykelini;

Bu Fir´avun, bu görünmez kazâ, bu saklı belâ,

Ki bir zaman tapılıp dendi: "Rabbune´l-a´lâ!"...

Ne intikâm-ı İlâhî, ne sermedi hüsran:

Gelen, geçenlere ibret, yatar sefil, üryan!

Soyulmadık eti kalmış, bilinmiyor kefeni;

Açıkta, mumyası hâlâ dağılmıyan, bedeni.


Bu çehre miydi ki titrerdi karşısında zemîn?

Bunun mu handesi âfâka tarh ederdi enîn?

Hayır, bu çehre değil şimdi, bir sicill-i azâb:

Bütün hutûtu perîşan, bütün meâli harâb.

Birer siyâh uçurum gürleyen, çakar gözler

O yıldırımların artık yerinden yeller eser!

Ölüm derinleşe dursun çökük şakaklarda,

Düğümlü bir acı hüsran henüz dudaklarda.

Nedir düşündüğü, bilmem, o seyrelen sakalın;

Bir ıztırâb-ı mehîbin zebûnu lâkin alın.

Yanık kütüklere dönmüş, karın, kasık, el, ayak;

Yakında küllenerek hepsi târumâr olacak.


Şu gördüğüm mü nihâyet, bu leş mi âkıbetin?

Bunun mu uğruna milyonla rûhu inlettin?

Şeâmetin ne de etmiş ki cevvi istîla:

Hayâtın ayrı felâket, memâtın ayrı belâ!

Evet, sen eyliyemezdin sütun sütun feveran,

Boşanmasaydı o ter bigünâh alınlardan.

Zehirli ot gibi fışkırdı heykelin, yer yer,


Sulandı çünkü şu vâdî beşer kanıyle, beer

Zemîne sığmadı bir türlü, korkarım, cesedin;

Yazık ki murdarı toprak bulup da örtemedin!

Değer mi dağları tırnakla, dişle oydurarak

İçinde bir leş için muhteşem saray kurmak?

Nedir bu kokmuşa dünyâda olmadık tekrîm?

Niçin nasîbi değil rûhunun, bu nâz ü nâîm?

Merâmın ölmeyebilmekse, ölmemek mümkin:

Saçıp savurduğun enfâs-ı ömrünün, lâkin,

Dedin de birkaçı olsun Hudâ yolunda fedâ,

Şu mâvi kubbeye gömdün mü bir sürekli sadâ?

Ölüm saçarken o şimşekli gözler âfâka,

Eğildi baktı mı toprakta can veren halka?

Şu duygusuz yüreğin susturup leâmetini,

Yanık yüreklere sundun mu yâd-ı rahmetini?

Geçen hayât-ı sefilin - ki hep çamur, hep kan! -

Deşildi, taştı da bir gün samîm-i yâdından,

O levsi gördün, utandın, terinle oğdun mu?

Ağarmıyorsa, nedâmet selinde boğdun mu?

Hayır, hayâ denilen renk o çehreden ne uzak!

Yumuldu gitti gözün, kirpiğin yaşamıyarak!

Sığındı mumyaya ciyfen, yegâne Şâheserin;

Fakat, sığındı mı gufrâna rûh-i derbederin?


Hayâtının deşiversem birinci perdesini,

Kulaklarım duyacak çıplak etlerin sesini.

O etlerin ki alev püsküren sıcaklarda,

Tüter dururdu, inen kırbacınla kalkar da!

Yorulmak onlar için bir bilinmedik haktı,

O etlerin ki bütün hakkı parçalanmaktı!


Gözümde canlanıyor, şimdi, devr-i muhteşemin;

Nasıl hayâleti kumlardan uğradıysa, demin.

Fakat, nasîbini almış ki her tarafta ibâd,

Yetîm iniltisi, ancak kesilmeyen feryâd!

Ne hânümanları yıktın yıkılmadan şuraya?

Ne âşiyanları ezmişti, kim bilir, şu kaya?

Dokunsam ağlıyacak söylemez ki kaç kanı var,

Uzandığın çukurun, karşıdan bakan şu duvar,

Ne yüzle söyliyebilsin: Şerîk-i hüsrânı!


Bileydim, ey koca Mısr´ın ilâh-i üryânı!

Mezâra, heykele âid bütün bu velveleler,

Bekân için mi hakîkat? Merâmın oysa, heder!

Evet, bütün beşerin hakkıdır bekâ emeli;

Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten istemeli!

Kadınların kendisiyle övündüğü Prenses Hatice

Hanımefendi Hazretlerine (1)


Şu bağlı yelkeni çözsek de, nehri atlayarak,

Biraz da karşıki vadiye doğru yollansak

Güneş çocuk: Yoracak hâli yok, sular durgun;

Gelin gecikmeyelim, tam zamanı yolculuğun.

Kürekler işlesin öyleyse, durmadan gideriz.


Fakat, bu "Bereketli Nü" mezar kadar duygusuz:

Bütün sahilleri boğup da gömerken dalgaları,

Ne vardı bir acı duysaydı? Şöyle dursun acı,

Huzur içinde, sanırsın ki ninniler duyuyor:

Gökyüzünü altına sermiş, derin derin uyuyor!

Henüz gölgeleri altında bir dünya saklar.

O, belki yetmiş yüzyıllık, heybetli Karnak'lar; (2)

Alınların biriken kanlı, terli acıları:

Şu Teb (3) harabesinin dalga dalga yükselişi,

Şu, ölümsüzlüğü hâlâ sayıklayan, eserler,

Ki bunlara ait uzun süren çabalamalarla inlemişti çevreler...

Bugün, sütunlarının küskün gösterisiyle,

Aman bakın, nasıl da tepetaklak aksetmiş Nil'e!


Yanaştık öyle mi? Çok güzel! Geniş de bir kumsal;

Hemen basıp çıkalım, açılmadan kenardaki sal.

Zemin epey yumuşak: Yolcu geçmemiş çokluk...

Şu hurmalıkları tuttuk mu, oh, kurtulduk...

Meğer hiç öyle değilmiş, ne hayal kırıklığı:

Aşınca vahayı, bir kum karşıladı bizi!

Batar çıkar, gideriz, çaresiz yorulsak da.

Evet, belirmede yer yer, birer sevimli ada;

Nedir ki arkası imar edilmiş filân değil, ne yazık,

O, çöl dedikleri aylarca bitmeyen nakarat!


Daraldı gitgide vadi, demek yakınlaştık.

Harabeler sökedursun, yavaş yavaş, artık:

Göründü işte sütunlar, kırık dökük, yer yer,

Göründü yerlere bitkin düşmüş anıtlar;

Göründü kaç sıra tapınak ki kaplamış yurdu;

Göründü bir çoğunun parça parça olmuş tanrısı!

Sağında sayısız yıkıntı dalgaları;

Solunda hangi kutsal yuvanınsa tek kalan duvarı:

Önünde, gövdesi kırk elli parça, heykeller;

İleride burnu kopuk başlar, arkasız beller.

O yanda kumlara yüzlerce dev iskeleti batar;

Bu yanda toprağı bin fosil yırtar artar.

Çökmüş ümitlerin yıkıntısı savrulur şurada;

Yıkık sarayları çiğner geçer bakışlar arada...

Kısacası ebedî varoluşa yer olmayan bir fesat toprağı,

İçinde kıyamete kadar toplanıp durur cesetler!


Sıkıştı gitgide vadi, sonunda oldu boğaz.

Güneş çocuk değil artık, şu var ki pek yaramaz.

Sonunda havayı tutuşturmak istedikçe hele,

Çekilmiyordu bu en nazlı günlerinde bile!


Aman bakın, ne perişan şu toprağın hâli:

Bucak bucak deşerek, toprak olmuş nesilleri,

Çukurlarıyla, hayır, leşleriyle yutmuşlar!

Kefen soyanlar adammış, bu fareler canavar! (4)

Delik deşik kayalıklar, delik deşik sağ sol:

Mezar araştırıyor her tarafta bir sürü kol.

Sürüklenir sıralanmış paçavra yığıntıları

Ortaya çıkar diye, altmda mumyalar bazı;

Didiklenir, elenir, kül, kemik, bütün kümeler...

İnsanoğlunun acizliğini gördükleri halde neden hırsa kapılır insanlar


Büküldü tuttuğumuz yol güneye doğru biraz;

Güneşse olgunlaşmasına rağmen bütün bütün yaramaz:

Önünde damla kadar gölge sezmesin alevi,

Bir ân içinde, bakarsın, adımlayıp havayı

Ne kuytu der, ne siper, parçalar geçer mutlak;

Nasıl ki parçalamış: Her taraf çırılçıplak!


Asıl belâ ise bu gittikçe kıvrılan dirsek,

Uzun sürerse, eminim, devam edilmeyecek:

Kireç yakmak için yapılmış ocakların bir eşi,

Kürek kürek saçıyor, küllenip duran güneşi!

Hayır, sürekli değil, bitti, hem yaman bitti;

Gelin de sahneyi bir seyredin, gelin şimdi:

Geçit biraz dönerek batıya sarkacak yerde,

Gerildi ansızın ufuklara bir kızıl perde:

Ne büyüklük! Ne saltanat! Ne ilâhi gösteriş!

Yer, onun eteklerinden halka halka inip alçalmış

Bu cephe, ezele özgü tan aydınlığından örülmüş olsa gerek

Yahut da gurub vaktinin alevleri taş kesilerek

Hırs dolu arzuları tehdide etmek üzere devam.

Fezada alnını çatmış bu ölümsüz ehram (*)

Evet, devirlerin harabelerine çıkıp yaslanan bu hatip,

Derinlere dalıp kendinden geçmiş halde heybetli bir sessizlik.

Hayır, ne bir yükselen hitabe ne de bir minber (5)

O çünkü çok daha yüksek, o bir derin mezar!


Bu kıpkızıl kayanın bağrı kaç yerinden oyuk!

Sırayla bir çok isim var... Rastgele okuduk:

"İkinci Amnofis" çok güzel! Hemen girip görelim...

Eşikte loştu, kovuk, şimdi büsbütün karanlık.

Şu var ki bu, çok sürmedi, birden perdeler sıyrıldı.

Besbelli, arkadan bir fellâh düğmeyi çevirdi.

Işık güzel, azıcık yol çetin, fakat bunun yok önemi;

İşin kötüsü: İçerden gelen sıcak çok rahatsız edici...

Çâre yok! İnmeli, madem ki sormadan girdik...

Aşağıya doğru zeminin devamı oldukça dik...

Hayır, yüzüstü düşmemek hüner değil o kadar;

Çünkü her adımda bir basamak var ki taştan oymuşlar.

Yavaş yavaş iniyorken uzandı bir köprü...

Önünde var ya kılavuzun, kadere razı ol da yürü!

Geçer miyiz, geçeriz, haydi şimdi, bismillah!

Kaza savuştu ya fakat ne söylüyor fellâh:

Meğer, zifir mi zifir bir belâlı kan kuyusu,

Bu takma köprünün altında tutmamış mı pusu!

Demek ki: Çalmak için muhteşem kemiklerini,

İkinci Amnofis'in kim delerse mezarını;

-Anlamaya çalışırken yolda gizlenen şeyleri -

Basınca eğreti konmuş kapakların birine,

Cehennemin dibi buymuş, deyip tekerlenecek!


Aman çabuk geçelim, yer tekin değilmiş pek...

Demin kalan basamaklar yetiştiler tekrar,

Birlikte etmeye baktık aşağıya doğru firar.

Yıldızlar kervanı halinde grup grup parıltı

Geçit boyunca dizilmiş, pırıl pırıl, sanki:

Kovanda hapsedilen bir yığın ateşböceği,

Delip kurtulayım, der, bu daimî geceyi!

Duvarların, tavanın her yerinde tekrar tekrar,

Görülen ve sürüp giden anlamlı sonsuz işaretler.

Nedir gecelere bürünmüş o renk renk şekiller?

Kimin adına yapılmış bu karanlıkta oynayan hayaller?


Kimin? Nedir? diye, fakat, kolayladık geçidi;

Direkli bir yere çıkmaktayız, bakın, şimdi.

Özel dairesine geldik demek ki, Fir'avn'ın;

Gürültü etmeyelim, huzursuz olur, amanın!


Fakat, bu sahne, dağın göğsünde, çok korkunç:

Açık gökyüzü gibi yıldızlı, mavi bir hareleniş,

Parıldayıp duruyor, kaplamış bütün tavanı

Duvarların görünen sağlı, sollu her tarafı

-Ölümü hep korkunç anlarıyla gösterir yollu -

Cin ordusu şeklinde bin hurafeyle dolu.

Şu perde perde sütunlar da işte benzer şekilde

Aynı hikayeleri söylüyor bütün ayrıntısıyla...


Peki, o nerde? diyorduk, hemen görünüverdi,

Benekli kırmızı benziyle parlayan mezarı.

Açıktı üstü, kapak, şimdi, bir kalın camdı;

Başında düğme de varmış ki bir zamane evlâdı

Koşup bükünce, ışık demet demet fışkırarak,

Göründü, kalkamaz olmuş, zavallı bir hortlak!


Adaletin ne gözalıcı ve yiğitçe bir tecellîsi

Şu, leş görür gibi görmek İkinci Amnofis'i!

Bu Fir'avun ki çevresine korkudan yaklaşamazdı insanlar;

Bu Fir'avun ki, saraylar, sütunlar, anıtlar,

Bütün hayatını ezberletirdi ufuklara

Bu Fir'avun ki eğilmişse boynu bir hakka

O sadece kendi ölümsüzlüğüydü, kendi nefsiydi;

Bu Fir'avun ki, o gölgenin sonsuza dek yaşama hayali

Dumanlı beynini sardıkça, artık insanlara,

İmkânsız olurdu huzur bulma ihtimali dünyada;


Bu Fir'avun ki cehennem olmadan önce uğursuz vücudu,

Yeryüzünde insanlara bir cehennem gibiydi kâbusu.

Bu Fir'avun ki insanlar, korkudan büküp belini,


Yerlere eğilerek tavaf eylemişti heykelini:

Bu Fir'avun, bu görünmez kaza, bu saklı belâ,

Ki vaktiyle tapılıp "Sen yüce tanrımızsın" dendi ona!..

Ne ilâhî intikam ne sürekli yoksunluk:

Sefillik içinde çırılçıplak yatmakta gelen geçenlere ibret olarak!

Soyulmadık bir eti kalmış, bilinmiyor kefeni;

Açıkta, mumyası hâlâ dağılmayan bedeni.


Karşısında zeminin titrediği çehre bu muydu?

Gülüşü ufukları iniltiyle dolduran çehre bu muydu?

Hayır bu çehre değil şimdi, azabların kaydedildiği sayfadır.

Bütün yazıları karışıp bütün anlamı bozulmuştur.

Birer siyah uçurum gürleyen, çakan gözler;

O yıldırımların artık yerinde yeller eser!

Ölüm derinleşedursun çökük şakaklarda,

Düğümlü bir acı mahrumiyet henüz dudaklarda.

Nedir düşündüğü, bilmem, o seyrelen sakalın;

Bir korkunç ıztırâbın esiri fakat alın.

Yanık kütüklere dönmüş, karın, kasık, el, ayak;

Yakında kül haline gelip hepsi dağılacak.


Sonun bu gördüğüm şey mi olacaktı, sonunda bir leş mi olacaktın'

Bunun uğrunda mı milyonlarca ruhu inlettin?

Kötülüklerin fezayı ne kadar etmiş ki istilâ:

Hayatın ayrı felâket, ölümün ayrı belâ

Evet, sen sütun sütun kaynayıp fışkıramazdın,

Boşanmasaydı o ter günahsız alınlardan.

Zehirli ot gibi yer yer fışkırdı heykellerin


Sulandı, çünkü şu vadi insan kanıyla, insan!

Yeryüzüne sığmadı bir türlü korkarım, cesedin;

Yazık ki kokmuş bedenine toprak bulup da örtemedin!

Değer mi dağları tırnakla, dişle oydurarak,

İçinde bir leş için görkemli saray kurmak?

Nedir bu kokmuş cesede dünyada görülmedik saygı?

Niçin bu saygı, ağırlanış ve nimetler ruhuna nasip olmadı?

İstediğin ölümsüzleşebilmekse, ölmemek mümkün:

Fakat saçıp savurduğun ömür nefeslerinin

Birkaçı Allah yolunda feda olsun dedin de,

Şu mavi kubbeye gömdün mü bir sürekli seda?

Ölüm saçarken o şimşekli gözler ufuklara,

Eğildi baktı mı toprakta can veren halka?

Şu duygusuz yüreğin susturup alçakça arzularını

Yanık yüzlere sundun mu iyiliğinin hatıralarını.

Geçen aşağılık hayatın - ki hep çamur, hep kan! -

Deşildi, taştı da bir gün hatıralarının derinliğinden,

O pisliği gördün, utandın, terinle oğdun mu?

Ağarmıyorsa, pişmanlık selinde boğdun mu?

Hayır, utanma denilen renk o çehreden ne uzak!

Yumuldu gitti gözün, kirpiğin yaşarmayarak!

Sığındı mumyaya leşin, tek şaheserin:

Peki ama, sığındı mı Allah'ın affına o âvâre ruhun?


Hayatının deşiversem birinci perdesini,

Kulaklarım duyacak çıplak etlerin sesini.

O etlerin ki alev püsküren sıcaklarda,

Tüter dururdu, inen kırbacınla kalkar da,

Yorulmak onlar için bir bilinmedik hakti,

O etlerin ki bütün hakkı parçalanmaktı!


Demin hayaletinin kumlardan fırlayıp çıkışı gibi;

O gösteriş dolu dönemin gözümde canlanıyor şimdi.

Fakat bundan nasibini almış ki her tarafta insanlar,

Kesilmeyen feryad, ancak yetimlerin iniltisidir!

Ne ocakları yıktın yıkılmadan şuraya!

Ne yuvaları ezmişti, kim bilir, şu kaya?

Dokunsam ağlayacak, söylemez ki kaç kanı var,

Uzandığın çukurun, karşıdan bakan şu duvar.

Ne yüzle söyleyebilsin: Çünkü mahrumiyetinin ortağı!


Bileydim, ey koca Mısır'ın çırılçıplak tanrısı!

Mezara, heykele âit bütün bu yaygaralar,

Gerçekten ölümsüzlüğün için miydi? İstediğin buysa, boşunadır:

Evet, bütün insanlığın hakkıdır ölümsüzlük ümidi;

Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten istemeli!


Hilvan, (6) 29 Aralık 1923


(1) Mehmet Akif i himaye eden Abbas Halim Paşa 'nın hanımı.

(2) Karnak: Mısır'da Nil Nehri kıyısında

Fır'avurtlardan kalma bir kasaba. Mısır'daki

en büyük dinî yapılar topluluğu Kamak'tadır.

Kamak bu tarihi kalıntılarıyla tanınır.

(3) Teb: Yukarı Mısır'da, bugünkü Kahire'nin 714 km.

güneyinde, Nil kıyısında yer alan tarihi bir şehir.

(4) Burada söz konusu yerlerde kazı yapan arkeologlar

kastedilmektedir

(*) El-Uksur'da "Hükümdarlar Vadisi" dedikleri vadinin

sonunda bir kızıl dağ var ki, bağrı Fir'avun mezarlarıyla dolu.

İlâhi sanatın bu eserini, Kahire civarındaki piramitlerle

karıştırmamak.

(5) Minber: Camilerde hutbe okunmak için

yapılan basamaklı yüksek yer.

(6) Hilvan: Kahire 'ye yakın bir kasaba. Akif, Abbas

Halim Paşa 'nın davetiyle Mısır'da kaldığı ve Kahire

Üniversitesi 'nde ders verdiği yıllarda Abbas Halim

Paşa 'nın köşkünün (Kasr-ı Gülsen) ve arazilerinin

bulunduğu bu kasabada ikâmet etmişti.

Princess Hatice itself boasts of women


Lady Majesty (1)

Untie We sail on, the river, skipping A little Let's go right across the valley Sun children's: No state of tired , stagnant water; Bridal LATE, the journey time. Shovels processed so, go non-stop.

However, this "fertile Nude" callous to the grave: All beaches in the embedding strangle waves, There would hear what a pain? Let alone the pain, In peace, you think that you hear lullabies: Celebrity implied under the sky, deep, deep sleep! Stores under the shadows of a world yet. He is perhaps seventy-century, the imposing Karnak; (2) Accumulated in the bloody foreheads, sweaty suffering: Current Thebes (3) rise in waves, Current, immortality is still delirious, artifacts,


Their long efforts to moen circles


Today, the columns show resentful, Oh , look how messed up the Nil reverberate!


So get closer? Very nice! A large beach; Let's select now, opening the raft on the side. Soil quite soft: Passenger multitude of not ... Have we caught on gardens, oh, I've survived ... It turned out it was not at all, nor the frustration: Exceeded oasis, a sand greeted us! Sets out, go, desperate to tired. Yes, to appear in some places, a lovely island; What is that stuff is behind the development is not, unfortunately, It called the desert for months ending chorus!

Gradually narrowed the valley, closer to Let ruıns tear down slowly, you can now The columns appeared here, broken in places, Monuments areas seemed exhausted; How well it covered the home of the temple seemed; Most of the pieces appeared to have been a god! The right of the countless waves of debris; In which the only remaining wall of the left of the holy home: In front, the body of forty or fifty pieces, sculptures; In the future broken nose begins, belly back. He sets the skeleton of a giant hand, hundreds of sand; This hand increases the soil fossil tears. Thrown hopes for the ruins of collapsed; Meanwhile, look through the ruined palaces, chew ... In short, the eternal non-existence of a plot of land, Stops until the Day of Judgement in which the bodies are collected!

Getting stuck in the valley, was at the end of the strait. The sun is not children anymore, now that there are very naughty. Person wants to ignite the air at the end especially, Even the most delicate days couldn’t be stand!

Oh my, look what wretched state of this land: Parish parish valves, the soil has been generations, Pits, no, swallowed corpses! Robs man of the shroud, the mice monster! (4) Riddled with cliffs, riddled with right-left: Burial explores a lot of each side arm. Drifts sorted rags stones piled Occurs, so that under some mummies; Didiklenir, will be eliminated, ash, bone, all the sets ... Helplessness of human beings they see why people are caught ambition

Bent towards the south to hold a little; Despite the maturation of sunless utterly useless: Drop shadow in front of the flame detection, For a moment, look, step on air What nook he says, what the trench, passes through parts of the absolute; How is smashed: Each party naked!

The real scourge of this increasingly bending the elbow, Long takes, I'm sure, will not be continued: A wife has been to burn lime quarries, Rowing oar shine, the sun standing küllenip! No, not continuously, over, over and egregious; Come in a scene to watch, now point to: Gate hanging slightly turned to the west, where Suddenly a red curtain stretched horizons: What greatness! What sovereignty? What divine show! Location, he descended down the slopes in rings The facade, without specific diagnosis must be made of the light


Or the time the flames of the stone is cut sunset Full of ambition desires continue to threat. İnfinity forehead wrinkle this immortal robe (*) Yes, this preacher leaning out of the ruins of the ages, Although self-imposing a dip in the deep silence in the past. No, neither a rise nor a pulpit oration (5) Because much higher than that, it is a deep grave!

How many over the hollow bosom of this crimson rock! One by one, there are a lot of names ... Random we read: "The second Amnofis" very nice! Enter Now let's see ... Glommy threshold, cavity, now entirely dark. We, however, it did not last long, grazed on multiple screens. Obviously, the back button, turned a Fellah. Light beautiful, a little bit of tough road, but it does not matter; The worst: hot from the inside ... very disturbing I have no choice! Stroke, seeing that we entered without asking ... Downward continuation of the floor is quite steep ... No, the trick is not so prone to fall; Because there is a step that every step of the carved stone. I slowly reached for to go a bridge ... There in front of or the guide, or be willing to walk in destiny! Can we pass, We walk, come on now, in God”s name! To slip away accident or what, but Fellah says: In fact, tar tar pit of blood in a hard-bitten, Did this nicknames not to hold ambush under the bridge! So: great to play the bones, Second Amnofis'in who to dig grave; -Trying to understand what is hidden on the road - One band-aid placed pressure valves, That was what the bottom of hell, saying to rotate!

Oh, let us go quickly, was not written off in many ... Recently remaining digits grew back, Together we have looked to escape down. The stars shine in groups in a caravan Passage along the sparkling, as if: Incarcerated in the hive as a pile of firefly, Pierce me out, he says, the permanent night! The walls, ceiling, all over again and again, Ongoing and significant signs in the infinite. What is at night clad in the colorful shapes that? Dreams are made on behalf of those who are playing in the dark?

Whose? What is it? He, however, to uncover gateway; Mast to go out somewhere, you see, now. That is to say we came to a private office, Fir'avn'ın; Let's not noise, is restless, my oh my!

However, this scene, the mountain's breast, very scary: On the sky like star, a blue red hot burn, Gleam stand, covered the entire ceiling Provided appears in the walls, each side of the left to -Indicates the moment of death always terrible way - In the form of China's army is full of a thousand supertition. Similar to the work on the columns curtain curtain It tells stories of all the detail ...

So, where is it? he said, immediately to seam to be, Spotted tomb glowing red color of the face. Open-top, cover, now, a thick CAMD; There was also the darling of the button at the beginning of a timeserver I ran to bend, spurting like a bunch of light, Appeared, had not afford, poor ghost!

What a striking manifestation of justice and valiantly Now, it stinks to see the second Amnofis'i like to see! This Fir'avun not to approach people fear that around; This is Fir'avun, palaces, columns, monuments, All his life horizons to learn by heart This is Fir'avun to bend a right neck He immortal only their own self personality; This Fir'avun that shadow that imaginary life forever Smoky to wrap up brains, no people, Probability of finding peace in the world would have been impossible;

This Fir'avun hell before that sinister body, Hell on earth was like a nightmare to people. This Fir'avun that people fear, twisted her waist,

Declare go around the statue leaning places: This Fir'avun, this does not appear an accident, this hidden scourge, Warship that once "God, You are supreme," the statement said to him .. What divine retribution nor continuous abstinence: From the passers-naked, lying in misery as a sign! Not get undressed a meat remained unknown shroud; Out in the cold, mummy's body is still undistorted.

Was the ground tremble in the face of this face? Iniltiyle laughter filled the horizon, Was this the face? No it is not now face, pains saved pages. All writings distorted the meaning of the whole mix. A black abyss roaring, flashing eyes; He is now the lightning in the winds! Death approach sunken temples, Yet the pain of deprivation of a knotted on the lips. What is a thought, I do not know, it rare beard; Get a prisoner, but a terrible pain. Burns returned to the block, abdomen, groin, hands, feet; Soon, all cracks up to come into ash.

I saw this thing would end, at the end of a carrion'd be ' Is this the sake of millions you moan spirit? How long have infinity evil that invaded: Separate catastrophe of life, death, separate darned Yes, you gush out to boil column column, Fore heads not divorce sweat it without guilt. In places such as the statues came forth poisonous weed

Watered, because the valley on human blood, human! I fear a kind of earth, did not fit the body; Unfortunately, the soil to find the body of the not cover stinky! Mountains of the value quoted, teeth carve, Inside the palace is a magnificent set up for carrion? What is unusual in this respect in the world stinky corpse? Why this respect, the spirit of ağırlanış and blessings never had the chance? İmmortal you want, can die: But breathes life scatter Casting Whether you said a few of sacrifice in the cause of Allah, Is it buried on the blue dome of a continuous sound? Death scatter horizons that lightning eyes, Have looked at the people bent over in the soil gives life? Callous cowardly silence on heart desires Does the memories of the goodness you gave Burns faces. Last inferiority of life - that all the mud, all the blood! - Dig, overflowed the depth of the memories of a day


Did you see that shit, embarrassed, did you scrubbed to sweat


If it doesn’t whiten, did you strangle it in flood of regret


No, shame so-called color is so far that face


Your eye closed, your eyelash not wetting


Your carrion refuged to mummy, your single masterpiece


But, did a stray soul refuge to amnesty of God






I dig out the first act of your life


My ear will hear the sound of naked flesh


Which is in spray flame temperatures


It kept, it stood up with descending whip


They don’t know frazzle


All rights of that meats was breaking






Just now, as going out from sand of your ghost


Full of swank period come alive in my eyes now


But, it had its share of the people on all sides


Slaughtered scream, is only groan of orphans


Altough you didn’t fall, you fell many homes


Who knows, how many nests were crushed by that rock


If I touch him , he will cry; he does not say is how much pain


Hole which you lie, wall which looks download(karşıdan)


How does he say:because it’s partner of deprivation




If I know,oh !Naked God of great Egypt


All these rumors to the grave and statue


Was it really for immortality? If you want this, in vain


Yes, all of humanity has the right to request to immortality.


But, you shouldn’t want this right from stone and carrion

Buraya
Leyla (Mehmet Akif Ersoy) Gölgeler Bayrak
Mehmet Akif Ersoy
Şehitler Abidesi İçin
Mehmet Akif tarafından Farhu´n-nisâ Emîre Hadîce Hanımefendi Hazretlerine atfen yazılmıştır.
Safahat logo

Şablon:Düz liseler için safahat projesi
Şablon:Anadolu liseleri için safahat projesi
Şablon:Sosyal Bilimler Liseleri için safahat projesi
Şablon:Türki Dillerde Safahat Projesi
Şablon:Safahat İngilizceye Tercüme Projesi

Latin harflerine transkriptli metin Sadeleştirilmiş metin İngilizce Tercümesi
Mısır_Firavun'u_II._Ramses'in_3000_Yıllık_Cesedi

Mısır Firavun'u II. Ramses'in 3000 Yıllık Cesedi

Mısır Firavun'u II. Ramses'in 3000 Yıllık Cesedi

Bakınız

Şablon:Firavunbakınız - d {{Firavunbakınız}} Firavun -Fir'avun - Fir'avn فِرْعَوْن • (firʿawn) m (plural فَرَاعِنَة‎ (farāʿina)) From Middle English pharao (also as pharaon, farao, faraon, etc.), from Old English pharao, from Late Latin Pharaō, from Ancient Greek Φαραώ (Pharaṓ), from Hebrew פַּרְעֹה‎ (par‘ōh), from Egyptian pr ꜥꜣ (“palace, pharaoh”, literally “pr (“house”) + ꜥꜣ (“great, big”)”). Alm. Pharao (m), Fr. Pharaon (m), İng. Pharaoh. Firavun/AYETLER: Fir'avun ayetleri : Kasas 38 Çamur siyaseti . Firavun:Çamur siyaseti. Çamur üzerine ateş yakmak Kasas 41 Ateşin imamları - Firavun:Ateşin İmamı Firavun/HADİSLER


Fir'avn Firavun FİRAVUN Alm. Pharao (m), Fr. Pharaon (m), İng. Pharaoh.
3000 YILLIK FİRAVUNUN CESEDİ
Firavun İle Yüzyüze Firavun İle Yüzyüze - Mehmet Akif Ersoy - Safahat Firavun; Kelime Anlamı Kazıklar sahibi Firavun - Zü'l-Evtad -Kazıklar sahibi -Yüksek sütun sahibi “Firavun” Kimliği; Hz. Musa’nın Fir’avn’ı ve Her Tâğutun Ünvanı EÇS/14/92 - EÇS/14/76 IPUWER PAPİRUS'U KURAN'IN AYETLERİNİ ONAYLIYOR Firavun’un İlahlık İddiası Firavun ve Halkının Başına Gelenler Mısır yazılı tarihinde musa yoktur Nasıl olsun ki Musa ile Firavunluk bitmiştir.

Advertisement