Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

İSLÂM İNANCINDA KALBİN MÜHÜRLENMESİ’NİN ANLAMI (TAB’-İ KALB)

Bir şeyi örtmek, mühürlemek, damga basmak veya bir şeyi sona erdirmek anlamındaki tab’ ile insanın mahiyetini teşkil eden ve akıl yürüterek gerçeği bulma veya doru hüküm verme kabiliyeti manasını da içeren kalb kelimelerinin izafet haline getirilmesinden oluşmuş bir tabirdir. Buna göre tab’-i kalb sözlükte “insanın akıl yürüterek doğru hüküm verme kabiliyetinin sona erdirilmesi” demektir. Terim olarak şöyle tanımlanabilir: Tab’-i kalb, insanın gerçekleri kavrayıp benimsemesini sağlayan kalbinin ( rûhî yeteneğinin) mühürlenmesi ve hidayete yönelme yeteneğinin sona erdirilmesidir.

Tab’-i kalb, Kur’an’da Allah’ın kalpleri mühürlediğini ifade eden ayetlerden üretilmiş bir terimdir. Allah’ın kalpleri mühürlemesi ise tab’ ve hatm kelimeleriyle anlatıldığından bu ilâhî fiil tab’-i kalb veya hatm-i kalb tabirleriyleyle karşılanmıştır, ikisi de aynı anlamdadır. Allah’ın kafirleri hidayete erdirmemesi kalplerini gaflette bırakması (iğfâl) katılaştırması (kasvet) ve perdelemesi (ekinne, reyn)) tarzındaki ifadelerle de anlatılır. İlgili ayetlerde belirtildiğine göre Allah, âhiret yerine dünya hayatını tercih edip kalplerini kafirliğe açan ve bu sebeple Allah’ı, âyetlerini ve peygamberlerini inkar edenlerin yanı sıra Allah’a verdikleri sözü tutmayan , peygamberleri öldüren ve “Meryem oğlu Îsâ Mesîh’i öldürdük” deyen Ehl-i Kitâb’ın; yalan beyanda bulunarak savaşa katılmayan münafıkların; ayrıca büyüklük taslayıp hakka bâtıl deyen, arzularına uyan bütün zorba inkarcıların kalplerini ve işitme duyusunu mühürlemiş, gözlerine ve kulaklarına perde çekmiştir, artık onlar iman etmezler

(M.F.Abdülbâkî, el-Mu’cem, “tabe’a”, “hateme”, “ğişâve”, “ekinne” md.). Kur’an’da tab’-i kalb ile irtibatı bulunan “ğıt’a”, “ağlâl”, “vakr”, “hicâb”, “rân”, “ğişâve”, “sadd”, “sedd”,”şedd”, “akfâl”, “kâsiye” “sarf”, “izâğa”, “tams” gibi konuya zenginlik katan oldukça farklı tabirler de kullanılır ve aralarında çeşitli anlam farklarının olduğu alimlerce kabul edilir. Buna göre tab’ inkarcılık ve isyankarlığın bir karaktere dönüşmesini, ğişâve ve ğıta gözlere, vakr ise kulaklara perde çekilmesini, rân kalbin kirlenip örtülmesini, ağlâl ve sedd engel konulmasını, akfâl kalbe kilit vurulmasını, şedd ve kâsiye kalbin katılaştırılmasını, sadd ve sarf yüz çevirmeyi ifade eder (İbn Kayyım, s.246-259).

Kalplerin mühürlenmesi konusu hadislerde de tab’, hatm ve reyn tabirleriyle anlatılır. İlgili rivayetlerde belirtildiğine göre Allah, Cuma namazlarını kılmayanların veya mazeretsiz olarak üç defa Cuma namazını kılmayanların kalplerini mühürler de sonra onlar gafillerden olur ( Müsned, III,332; Müslim, “Cum’a”, 40). Yine bu rivayetlerde bildirildiğine göre Hz.Peygamber kalbin mühürlenmesi sonucuna götüren şiddetli arzu ve hırslardan Allah’a sığınmayı ashabına emretmiş; yalan konuşmadıkça ve hıyanet etmedikçe Allah’ın müminin kalbini doğruluk üzere mühürlediğini açıklamış ve kıyamet kopmadan önce güneş Batı’dan doğduktan sonra her kalbin bulunduğu hal üzere mühürleneceğini haber vermiş (Müsned, V,232,252, I,192); Hızır tarafından öldürülen çocuğun kalbinin kafir olarak mühürlendiğini söylemiş (Müslim, “Kader” 29, “Fedâil”172) ; günah işleyince müminin kalbinde siyah bir nokta oluştuğunu, tövbe edince ise kalbinin parladığını ve fakat günah işlemeye devam ettikçe kalbindeki siyah noktaların çoğalıp kalbin tamamını örttüğünü, kazanılan günahlar sebebiyle kalplerin kararması anlamına gelen Kur’an’daki “reyn” kelimesinin tefsirinin bu şekilde yapılması gerektiğine dikkat çekmiştir (Müsned, III,332; İbn Mâce, “Zühd” 29).

Erken devir alimlerinden Mücâhid b. Cebr, bilgilerin saklandığı bir kap olarak da düşünülen kalbi avuca benzetmiş, parmakların toplanmak suretiyle avucun içini örttüğü gibi günahların kalbi kapatıp ilâhî davete ilişkin bilgileri alamaz hale getirdiğini ve tab’-i kalbe ashap tarafından bu mananın verildiğini nakletmiş; insanın hidayetten yoksun kalmasının ilâhî davet karşısındaki tutumuna göre kalbin kararması (reyn) ile başlayıp tab’ ve hatm ile devam ettiğini, sonunda da kitleme (ıkfâl) ile tamamlanan bir süreci bulunduğuna işaret etmiştir (Taberî, I,258-260).

İnsanın kaderi, irade hürriyeti ve dînî sorumluluğu ile ilişkili bir kavram olan tab’-i kalbin mahiyeti, yorumu ve insanın irade özgürlüğü üzerindeki etkisi konusunda alimler arasında farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bunlar şöylece özetlenebilir: 1. Tab’-i kalb Allah’ın dînî hayata dair olan sünnetini anlatır, oda şudur: İnsan bâtıl bir inancı benimsemekte veya günah işlemekte ısrar edip son noktaya varırsa inkar ve isyan onda kökleşir ve ikinci bir tabiata veya değişmez bir karaktere dönüşür, böylece inkar ve isyandan iman ve itaate dönmek imkansız hale gelir. Bu da şöyle bir süreç sonunda gerçekleşir: Allah’a iman ve itaat etmekte gevşeklik gösterip inkar ve isyana yönelmek, kalbin bir taraftan hakka ve hayra karşı daralmasına sebep olurken diğer taraftan bâtıla ve şerre karşı genişlemesine yol açar, böylece inkar ve isyanı güzel bulup kalbi kararır. Bu aşama reyne tekabül eder. Tövbe etmeden bu tutumuna devam eden kişinin gözleri ve kulaklarına perde çekilir, yine tövbe etmezse kalbi mühürlenir. İnkar ve isyanına bu durumda da devam ederse artık kalbine kilit vurulur. Bu halde de inkar ve isyandan dönmezse kalbi ölür, artık tövbe edip Allah’a yönelme imkanı tamamen ortadan kalkar. Bu durum Allah’ın, kafirlerin iman etmesini engellediği veya onları zorla kafir yaptığı anlamına gelmez. Aksine kafirlerin inkarı tercih etmeleri sebebiyle kendilerini imana sevk eden delillerden yararlanamayacağına ilişkin bir sünnetullahın bulunduğunu ifade eder. Gözlere ve kulaklara perde çekip kalbi mühürlemek temsîlî bir ifade olmakla beraber inkarcılar ve isyankarlar hakkında ilâhî bir fiilin vuku bulduğunu da anlatır.

Gerçekleri dile getiren vahiyleri dinlediği halde onlardan yararlanmayan kişinin kulakları sağır,imana götüren varlık ve olayları görmesine rağmen bunlardan faydalanmayan kişini gözleri de kör ve perdeli demektir. Buna mukabil iman ve itaate yönelen kimsenin kalbini Allah hidayete açık hale getirip genişlik verir. Şayet hidayet yolunda devam ederse Allah tarafından çeşitli vasıtalarla denenir ve deneme sonunda başarılı olduğu takdirde kalbini temizleyip ona imanı sevdirir, inkar ve isyanı ise kötü gösterip kalbine itmînan ve huzuru yerleştirir. Bu yolda devam ederse kötü fiilleri yapmaktan Allah onu koruyup iyi fiilleri işlemeye teşvik eder. Sonunda da Allah kalbine imanı yazıp değişmeyen bir karaktere dönüştürür. Ebû Cafer et-Taberî, Ragıb el-Isfahânî, İbn Kayyım el-Cevziyye, Muhammed Abduh gibi Selefiyye’ye mensup alimler bu görüştedir (Taberî, I,259-260; Râgıb el-Isfahânî, Tafsîlü’n-neş’eteyn, s.104-108; a.mlf., el-Müfredât, “hateme”md.; İbn Kayyım, s.254-255; M.Reşid Rızâ, I,143-147). 2. Tab’-i kalb hakikat manasında olup Allah’ın, iman etmelerini istemediği kafirlerin iman ve itaat etmelerini engellemesi anlamına gelir. Çünkü iman etmeyeceklerini ezelî ilmiyle bilmiş, bu sebeple de kafirlerin kulak ve gözlerine perde çekip kalplerini mühürlemiştir. Buna bağlı olarak da onların, peygamberin getirdiği vahiyleri işitip onlar üzerinde düşünmeleri ve ardından gerçeği kavrayıp benimsemeleri imkansız hale gelmiştir. Gözler, kulaklar ve kalpler fonksiyonlarını gerçekleştiremedikleri için bunlar vasıtasıyla ulaşılan iman ve itaatten mahrum bırakılmış oldukları açıkça anlaşılır. Ancak Allah, kafirlerin iman etmelerini engellemekle birlikte onları sorumlu tutmuş ve iman etmedikleri için de âhirette cezalandıracaktır. Kurucularından Hasan b. Muhammed el-Hanefiyye başta olmak üzere Cebriyye mensupları bu görüştedir (Yahya b. el-Hüseyin, II, 188-194; Eş’arî, s.147-148; Taberî, I,261-262; İbn Kayyım, s.229-230). 3. Tab’-i kalb mecaz bir ifade olup hakikat manasında anlaşılamaz. İnkar etmekte aşırı giden kafirlerin durumu, anlama yeteneği bulunmayan, aynı zamanda sağır ve kör olan engelli bir insana benzetilmiştir. Çünkü insanın gözü gördüklerinden ibret alması, kulakları duyduklarını dikkate alması, akıl yürütme gücü de doğru kararlar vermesi için var edilmiştir. Sanki kafirler peygamberin tebliğ ettiği vahiyleri işitme, Allah’ın varlığına götürücü bilgiler içeren nesneleri görme ve akıl yürütüp doğru bir şekilde değerlendirme gücünden yoksun bırakılmış da onun için iman etmez. İnkarda ısrar edip aşırı gitmek inkarın kalplerine yerleşmesine sebep olmuştur .İnkar ve isyanda karar kılmalarının bir cezası olarak Allah kalplerinde kafir olduklarına dair bir alamet koymuş ve kafir olduklarını kalplerine yazmıştır. Bu sayede melekler kafirleri tanıyıp dünyevî bir ceza olarak kötüler ve lanetler. Müminlerin kalplerine de iman ettiklerine dair alamet koyar, bu sayede melekler onları tanıyıp över ve mağfiret diler. Allah’ın, kafirlerin kalplerine inkar ve isyan ettiklerine ilişkin bir alamet koyması, tıpkı körlük ve sağırlığın iman etmeye bir engel teşkil etmediği gibi, iman etme imkanını ellerinden almaz. Zira kafirlerin kalplerinde yaratılan bu alamet sadece mevcut durumlarını haber vermekten ibarettir. Şayet Allah’ın, kafirlerin kalplerini mühürlemesi iman etmelerini engelleme anlamına gelseydi âhirette onları sorumlu tutup cezalandırması makul olmazdı. Kafirlerden az bir kısmının iman ettiğini bildiren ayetlerle, ilâhî davete muhatap olanlar tarafından yapılan itiraz ve değerlendirmeleri konu edinen ayetler tab’-i kalbin kafirleri iman etme gücünden yoksun bırakmak anlamına gelmediğini, aksine, buna aykırı gibi görünen ayetlerin müteşâbih kabul edilip dilbilim kuralları ve aklî bilgilerin ışığında yorumlanması gerektiğini kanıtlar. Kalpleri mühürlemenin Allah’a isnat edilmesini, onlara inkar etme imkanını tanıması tarzında yorumlamak da mümkündür. Mu’tezile ve Şia’ya bağlı alimler bu görüştedir (Yahya b. El-Hüseyin, II,190-194;Kâdî Abdülcebbâr, s.51-54,211-212,289, 342-343,611; İbnü’l-Mutazâ, s.76; Tabersî,I,17; Zemahşerî,I,29-30). 4. Tab’-i kalb inkar ve isyanı tercih edip bu konuda ısrar eden kafirlerin kalplerinde Allah’ın küfrü yaratması anlamındadır. Bu da onun mecaz değil hakikat manasında anlaşılması gerektiğini gösterir. Kafirlerin kalplerinde küfrün yaratılması inkara dair kararlarının ardından gerçekleştiği için ilâhî bir zorlama altında bulundukları söylenemez. Ancak yine de kalp bilginin bulunduğu bir mekana veya zarfa benzetilebilir. Kalbin mühürlenmesini zarfın, sem’in mühürlenmesini de bilginin girişi mahiyetindeki kapının mühürlenmesine benzetmek mümkündür. İnkar ve isyan kalbi örten ve kaplayan bir seviyeye gelince kafirlerin inkardan, müslümanların ise isyandan kurtulması imkansızlaşır. Başlangıçta Allah, kafirlere, içinde küfrü yarattığı mühürlenmiş kalpler verseydi ilâhî bir zorlama altında bırakıldıkları söylenebilirdi. İmanı tercih etme imkanına sahip kılınmaları dînî yükümlülük açısından yeterlidir. Benliklerini gaflet ve şehvetin bürümesi kendi tercihlerinin bir sonucu ve cezasıdır. Buna bağlı olarak Allah’ın, kalplerinde küfrü yaratması ise yaratmanın yalnızca ona ait yüce bir sıfat olmasından ötürüdür. Zira tevhid ilkesi yaratıcılığın sadece ona nispet edilmesini gerekli kılar. Mâtürîdiyye ve Eş’âriyye’ye mensup alimler Selefiyye’ye bağlı bazı alimler bu görüştedir (Eş’arî, s.20-21; Mâtürîdî, I,33-34; İbn kayyım, s.s.238-260).

Tab’-i kalb inkar ve isyan edip arzularına uyan insanlara ilâhî tevfik ve yardım kapısının kapatılacağını anlatan bir terim olarak kabul edilebilir. İlâhî yardımdan mahrum kalan insanın kullukta başarılı olması, nefsânî arzularının ve şeytanî telkinlerin etkisi altında kalmaması imkansızdır. Kafirlerle isyankarların ilâhî yardımdan mahrum kalmalarının sebebi ise peygamberlerin daveti ve aklî bilgilerin kılavuzluğu gibi iman ve itaat etmek için gerekli bütün vesilelerin sağlanmasına rağmen inkar ve isyanı tercih etmeleridir. Allah’ın, tercihleri doğrultusunda insanlara muamele etmesi ise adaleti ve hikmetinin gereği olup hiçbir zulüm içermez. Cebriyye mensupları istisna edilirse İslâm alimleri çoğunluğunun bu görüşte birleştiğini söylemek mümkündür. Tab’-i kalbin özünü bu husus oluşturmaktadır. Tab’-i kalbe ilişkin olarak Ehl-i Sünnet’e bağlı alimlerle Mu’tezile ve Şia mensupları arasında asıl ihtilaflı hususlar iki noktada toplanmaktadır. Bunların ilki tab’-i kalbin, kafirlerin kalplerinde küfrün yaratılması veya kafir olduklarına dair bir alametin var edilmesi meselesidir. Bu ise daha çok iman ve küfrün Allah’ın doğrudan doğruya yaratmasıyla mı, yoksa dolaylı olarak yaratmasıyla mı gerçekleştiği konusunu ilgilendirir. Ancak bütün ekollere bağlı alimler, insanın iman veya inkar etmesinin ilâhî fillere konu olduğunu, imanı tercih edene tevfikini refîk etmekle, inkarı seçene yardımını kesmekle (hızlân) muamele ettiğini kabul etmektedir. İman veya inkarı karşısında Allah’ın insana yaptığı muameleye dair ayrıntıların yanı sıra yaratmasının mahiyetini de bilmek mümkün değildir. Allah’ın, fiilleri doğrudan doğruya gerçekleştiği gibi dolaylı olarak da vuku bulabilir. İkincisi ise tab’-i kalbin kafirin iman etmesini engelleyip engellemediğine dairdir. Kendilerinde inkar ve isyanın ikinci bir tabiat haline geldiği kafirlerin iman etme imkanın kalmaması mümkündür. Tıpkı bedeninde patolojik bir hastalık meydana geldiği gibi zihinsel ve rûhî bünyesinde de patolojik bir durumun gerçekleşmesinden söz edilebilir. Esasen bu durumu dînî sorumluluk açısından problemli kabul etmek isabetli değildir. Çünkü iman etme imkanının ortadan kalkması kafirin tutumuyla irtibatlıdır.

BİBLİYOGRAFYA

Taberî (Şâkir), Tefsîr, I,258-266; Eş’arî, el-İbâne ‘an usûli’d-diyâne, Dımaşk 1981, 20-21,147-148; Yahyâ b. El-Hüseyin, er-Red ve’l-ihticâc’ale’l-Hasan b. Muhammed b. El-Hanefiyye (Resâilü’l-‘adl ve’t-tevhîd içinde), nşr.Muhammed Amâre, Baskı Yeri Yok (Dâru’l-hilâl) 1971, II,188-194; Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, ed:Bekir Topaloğlu, İstanbul 2005, I,33-34; Kâdî Abdülcebbâr, Müteşâbihu’l-Kur’ân, nşr. Adnan Zarzur, Kahire 1969, s.51-54,211-212,289,342-343,611; Râgıb el-Isfahânî, Tasîlü’n-neş’eteyn ve tahsîlü’s-sa’âdeteyn, Beyrut 1983, s.93-108; a.mlf., ell-Müfredât, “hateme”, “tabe’a” md.leri; Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, I,29-30,II,5; Tabersî, Tefsîr, Tahran 1999, I,17,301; İbn Kayyım, Şifâu’l-‘alîl, nşr.Hişâm Fâris el-Hâristânî, Beyrut 1997, s.229-287,377; İbnü’l-Mutazâ, Tabakâtü’l-Mu’tezile, nşr.Susanna Diwald-Wilzer, Beyrut 1961, s.76; M.Reşid Rıza, Tefsîru’l-Menâr, Kahire 1373, I,143-147; Elmalılı, Hak Dîni, İstanbul 1935, I,209-216.

Kalbin Hastalığı ve Mühürlenmesi

Kur’an’ı gerektiği gibi anlamak için kalbin kilitli olmaması gerekir. (Muhammed, 22) Kalbin, görevini yapabilmesi için, selîm olması; hastalıklı ve ârızalı bulunmaması gerekir. Kalplerin selim olmayıp, marazlı (hastalıklı) olmasını Kur’an, hemen daima nifak illetiyle irtibatlı gösterir (2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nur, 50; 33/Ahzâb, 12...) Bu ayetlerden yola çıkarak şu tespitleri yapabiliriz:

Kalbi perişan eden hastalıkların başında samimiyetsizlik ve riyakârlık gelmektedir. Münâfıklığın en tipik özelliği kalp hastalığıdır. (2/Bakara, 10) Kalp hastalığının diğer belirtileri arasında doymazlık, hırs (bkz. 33/Ahzâb, 32), rics (pislik, iğrençlik, sefihlik), şeytan fitnesine yataklık dikkat çeker. (bkz. 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53) Kalp marazı; kalp katılığı, kalp kararması (kasvet) getirir. Kur’an, bu kalp kasvetinden çokça bahseder ve onun insanın sonsuzluğa, güzele, iyiye, kısaca Allah'a giden yolunu tıkayan bir bela olarak gösterir. “Yazıklar olsun kalbi kasvetle dolmuş olanlara.” (39/Zümer, 22) Kalp kasvetini azdıran en önemli sebep, sonu gelmez arzu ve emeller, hırslar ve tutkulardır. (57/Hadîd, 16) Kalp kasvetinin en tipik temsilcileri yahudilerdir. İnsanın kalbini tahrip eden tutum ve davranışları, giderek kalbi paslandırır. Kalbin paslanması, hak ve hakikata açılabilecek pencerelerin kapanma noktasına yaklaşması demektir. Bu duruma gelen kişi, Yaratıcı ile arasına tam bir perde çekmiş olur. (83/Mutaffifin, 13-15) Hastalanan ve paslanan kalp, nihayet körleşir. Ve insan için esas körlük budur. (22/Hacc, 46) Kalbin körelmesi, kalp gözünün, yani basîretin kör olmasıdır ki, insanın kâinatı, varlıkları ve kendi nefsini okumasını (en azından doğru okumasını) engeller. Böyle olunca da, kalp körlüğü insan ve evrenin sırlarını çözmeye götüren bütün organ ve araçları dumura uğratır ve bütün girişimleri aksatır. Nitekim Kur’an, kalple akıl arasında devamlı ilişki kurmuş, iş görmez hale gelen bir kalp gözünün akıl faaliyetini de fonksiyonunu icra edemez hale getireceğine işaret etmiştir. (bkz. 22/Hacc, 46) Kur’an, bu konuda “akıl işleten, akıl faaliyeti yürüten kalpler” deyimini kullanıyor. 7/A’râf, 179. ayeti ise, inceden inceye düşünüp sırları keşfedemeyen kalplerden söz eder ve bu kalplerin sahiplerini gözleri görmez, kulakları işitmez olarak nitelendirdikten sonra onların yerlerini hayvanlardan daha aşağılarda gösterir.

Kalp körlüğünü; kalbin damgalanması, kilitlenmesi, perdelenmesi ve mühürlenmesi izler. Bu son aşama, insanın evrensel hak ve hakikate, imana açılan tüm kapılarının kapanmasıdır. Bu aşamadan dönüş yoktur. Dünya planındaki imtihanın kesin kaybıdır bu. Kur’an’da bu son aşamayı ifade için kalbin tab’ edilmesi (7/A’râf, 101; 9/Tevbe, 87, 93; 10/Yûnus, 74; 30/Rûm, 56); hatmedilmesi / mühürlenmesi (2/Bakara, 7; 45/Câsiye, 23; 6/En’am, 46) ve kalbe kilit vurulması (4/Nisâ, 155; 47/Muhammed, 24), kalbe perde çekilmesi (6/En’âm, 24; 18/Kehf, 57) deyimleri kullanılmaktadır. Bu hale düşenlerin diğer duyu organlarının da ödevlerini insana yaraşır biçimde yapamayacağı dikkat çekilir.

Kalbi taşlaşmışların gözleri yaşsız olur. (bkz. 2/Bakara, 74) Bu hal, kalp mühürlenmesi açısından önemlidir. Kalbin sevgi ve merhametten aldığı öyle yüce bir zevk vardır ki; böyle zengin gönüllerde dokulara kan veren kalp, sanki bir başka zevkle çarpmaktadır.

Bir insan, Allah'a karşı sorumluluk ve şükran hissi duymaz, takva özelliklerine sahip olmazsa; kalp, kulak ve gözünde meydana gelen ceryan kesilmesi (mühür ve perde) onun idrak cevherini yok eder. Ona gerçekleri en kesin bir dille anlatsanız da; o, bunu fark edemez. Çünkü Allah'ın yaratış sırrında güzellikler ve ihtişam vardır. Gözü perdeli, kalbi ve kulağı mühürlü olan bunu fark edemez. Dolayısıyla onların uyarılması ve uyarılmaması eşittir; inanmazlar. Bütün kâfirlerin değil; insanî değerlerden soyutlanmış küfürde inatçı kimselerin kalpleri mühürlenir. Cenab-ı Hak, küfre düşen bir kimseyi sonsuz rahmetiyle uzun süre gözetimde tutar; yani kalbini hemen mühürlemez. Ona dönüş şansı tanır. Fakat gurur, cimrilik ve azgınlıkta direnirse, ilahî gazap mührünü vurur ve artık o iflah olmaz. Artık bu kimse Fatiha'daki "mağdûb-i aleyhim" grubuna girmiştir. Diğer kâfirler ise "dâllîn"dir; günün birinde, kendi tavırlarıyla liyakat kesbettiğinde Rabbimiz hidayet verebilir.

Müslüman açısından kalplerin mühürlenmesi gerçekleşmez; öyleyse bu konu sadece azgın kâfirleri ilgilendirir diyemeyiz. Günümüzde günahlar çok kolaylaşmış, bilerek veya bilmeyerek şirke, küfre düşmek olağan hale gelmiştir. Bir müslümanın, kalplerin mühürlenmesi, Allah'ın lanetine uğramasına giden yolları iyi bilmesi gerekir ki o tehlikeli istikamete meyl etmesin. Günahtan küfre, küfürden kalp mühürlenmesine giden korkunç tehlikelerden uzak kalmak için çok hassas olmalıyız. Şeytanın ve nefsin günah işletmekten muradı; bizi sadece günahkâr kılmak değil; fırsatını bulup kalbi mühürletecek noktaya getirmektir. Her günah da, tevbe edilmediği ve ısrar edildiği müddetçe sonu ümitsizliğe, uydurma te'villerle haramı helalleştirmeye, kalp katılığına, dolayısıyla küfre açılan bir kapıdır. Kur'an, bu nedenle günahlardan kaçmamızı ısrarla emretmektedir. Bir insan günah işleye işleye, adım adım küfre yaklaşır. Günah işleyen, daima günah çevresinde günahkârlarla dost olacağından, yavaş yavaş günahkârlığı karakter çizgisi haline getirir.

Günah işleyen, suçuna karşılık te'vil yolları arar. En tehlikeli oyun da budur. Bu te'vil hastalığı ilerleyerek Kur'an'a saygıyı azaltır. Sonunda küfre götürebilir. Zaten tevbenin temel sırrı budur. Günah işleyen, hiçbir mazeret, bahane icat etmeden, te'vile kapılmadan suçunu idrak ve kendine itiraf etmelidir. Bu kabul, te'vilden ve küfürden kurtarır. Bu konuda İblis ile Hz. Adem'in işledikleri hata konusundaki tavırları Kur'an'da ibret alacağımız şekilde vurgulanır. Günah kompleksine düşerek de insan küfre doğru yönelebilir. Şeytanın bir oyunu da, günah işleyen insanı paniğe kaptırarak saflarına almaktır. Yani "sen nasıl olsa büyük günahkârsın; sen artık iflah olmazsın, öyleyse günaha devam; battı balık yan gider" sloganıdır. Bu yorum, temelden yanlış bir yargıdır. "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Allah,(vazgeçilip tevbe edilince) bütün günahları mağfiret eder." (39/Zümer, 53)

Kalbin mühürlenmesi, boş arzuları ilah edinme (Câsiye, 23), Allah’ın nimetlerine nankörlük (7/A’râf, 101), azgınlık, zulüm (10/Yûnus, 74), bilgisizlik (Rum, 56; Tevbe, 87, 93) gibi sebeplerden olmaktadır. Kalbi mühürlenenler artık insanca ne görebelir, ne duyabilir, ne anlayabilir, ne de yaşayabilirler. (2/Bakara, 7; 63/Münâfıkun, 3; 9/Tevbe, 87, 93; 6/En’âm, 46) Küfre götüren günahlar açısından önemli bir konu, günahın cinsidir. Her günah çirkindir, kaçınılması gereken yasaklardır. Ama şeytan, bazan küçük günahları gözümüzde büyütürken; büyük günahları ve şirki basitleştirir. Elfaz-ı küfür, şirk ihtimali olan konular, müslümanın gözünde cehenneme düşmekle eş görünümünde olmalıdır. Namazı terk etmeyi alışkanlık haline getirmek de küfür yoluna sapmaktır. Bunun yanında, insanın kendini, hevâ ve hevesini putlaştırmaya götüren gurur ve istiğnâ çok önemli bir günahtır. Bir günah, zulümle ilgiliyse, gönül incitiyorsa çok ciddi sonuçları olacak bir vebaldir. Zulüm, Kur'an'ın üzerinde ısrarla durduğu kalbi mühürlü kâfirlere ait bir özelliktir. Zalimin kalbi mühürlenmeye baş adaydır. Ve şirk en büyük zulümdür. Yine küfre düşmemek açısından günah üreten günahlardan şiddetle sakınmamız gerekmektedir. Bazı günahlar, başka günahlara yataklık ederler. Bunların başında yalan ve içki gelir. Yalanın günah barajını aşarak, nifak ve küfrü temsil ettiği konusunda ciddi uyarılar vardır.

Hastalık ve bozukluklardan arınmış bir kalp, Kur’an dilinde selîm kalp adını almaktadır. (26/Şuarâ, 89; 37/Saffât, 84) Allah’ın, insandan son hesap gününde istediği tek şey, O’nun huzuruna selim bir kalple gelmiş olmasıdır. (bkz. 26/Şuarâ, 89) Din hayatının, müslümanca yaşayışın amacı, insana selim kalbi kazandırmaktır. Selim kalbin olmadığı kişide, din sadece bir kuru iddia ve aldanıştır. İlginçtir ki, gaye olan, kalbe sıfat yapılan “selim” kelimesi, tevhid yolunun genel adı olan İslam’la aynı köktendir. Yani selam ve selamet kökünden. O halde selim kalp barış, huzur, güven, aklık ve sükûnetle dolu olan kalp demektir ki, İslam da bu değerlerin elde ediliş yoludur. Bu değerlerin sembol ve ufuk adı Allah’tır. Bu yüzden İslam’ın teknik anlamı, Allah'a teslimiyet olarak verilmiştir. Buradan bakınca selim kalp, Allah'a gereğince teslim olmuş kalp demek olacaktır.

Kalbin imtihanını (49/Hucurât, 3) başarıyla verenlerin onu rahmet ve re'fet (sıcaklık, merhamet, kaynaşma) ile doldurduklarını görüyoruz. (57/Hadîd, 27) Bu kalpler kasvete uzaktır. Hasta kalbin yolu kasvete; rahmetle dolu kalbin yolu lînete, yani yumuşaklığa çıkar. Kalp yumuşaklığının yokluğu, kalp gılzatı, yani katılık ve kabalık getirir ki, bu, insanları nefretle kaçıran bir illettir. (3/Âl-i İmran, 159) Kur'an, kalplerin, Allah'ı zikirle yumuşadığını belirtir. (39/Zümer, 23) Allah'ı zikir, yani şuurlu anma, kalbi titretir, yumuşatır ve daha sonra da onu itminan ile, yani sükûnet, ferah, huzur ve doygunluk ile doldurur. Ve Kur'an'a göre kalplerin itminanı yalnız ve yalnız Allah'ı zikirle mümkündür. Allah yerine başka şeylerin sevgili seçildiği bir kalbin doyması, mutlu olması beklenemez. (bkz. 13/Ra'd, 28; 57/Hadîd, 16; 22/Hacc, 35; 23/Mü'minûn, 60; 8/Enfâl, 3)

Kur'an, mühürlenmiş kalplerin mütekebbir, müstekbir kalpler olduğunu beyan eder (16/Nahl, 22). "Allah, mütekebbir cebbar (büyüklük taslayan her zorbanın) kalbini mühürler." (40/Mü'min, 35) Burada mütekebbir sıfatına, cebbar vasfının eklendiğini görüyoruz. Cebbar; cebre, şiddete, zora, dehşet ve baskıya başvuran demektir. Anlaşılan o ki, Kur'an, mütekebbirlerde cebbarlık sıfatının da kaçınılmaz olduğunu vurguluyor.

Mühürlenmiş hastalıklı kalplerin bir dâvâ çevresinde birleşmeleri mümkün değildir. Çünkü onlar, birliğin en emin yolunu, tevhidi, yani Allah'ın birliğini kabullenmeyerek kaosa düşmüşlerdir; artık birleşemezler. Onların vücut verebilecekleri birlik ve beraberlik ancak dış planda bedensel ve maddesel olabilir. "Sen onları toplu, birlik ve beraberlik içinde sanırsın; oysa ki onların kalpleri parça parçadır." (59/Haşr, 14)

Kalp bozukluğunun insan hayatındaki en tehlikeli pratik görünümü, insanın kalbiyle dilinin farklılığıdır. Kur'an bunu imansızlığın, şahsiyetsizliğin, dejenerasyonun bir belirişi olarak tespit ediyor. Kalple dilin uyuşmazlığı, insanın kalbine karşı günah işlemesi, kalbine ihanetidir. (bkz. 2/Bakara, 283) (3) Kur'an'ı, tedebbürle yani düşünerek, anlayarak okumamak, kalbin kilitli olmasının en önemli belirtisidir. "Peki bunlar, Kur'an'ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı: Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?" (47/Muhammed, 24). Âyette geçen "tedebbür", okunan şeyin anlamı üzerinde iyiden iyiye düşünmek demektir. Bu ayetten anlaşılmaktadır ki, Kur'an'ın ne dediğini anlamadan okumanın insanı bir yere getirmesi mümkün değildir. Kur'an'ın manası üzerinde düşünmemek, veya "biz Kur'an'dan bir şey anlayamayız" diyerek Allah'ın kelamını rafa kaldırmak, kalbin mühürlenmiş olduğuna işarettir. Nitekim, bu ayetin öncesinde (47/Muhammed suresi, 23. âyette) lanetlenmiş, kulakları tıkanmış, gözleri körelmiş insanlardan söz ederek dolaylı bir yoldan Kur'an'ı tedebbür etmeyenlerin kimler olduğuna dikkat çekilmiştir. "Kalpleri üzerinde kilitler mi var?" sorusundan şu sonuçlar çıkmaktadır: Ya bu insanlar Kur'an'ı dikkatle okuyup anlamamaktadırlar veya anlamaya çalışmalarına rağmen onun emirleri, anlamları ve amaçları kalplerine yerleşmemiştir.

"İman edenlerin, Allah'ı zikir ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ürperip saygı dolu bir korku ile yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış fasık kimselerdi." (57/Hadîd, 16). Ayet, iman ettikten sonra ayağı sürçen ve Allah'ın kitabına farkında olmadan sırt dönen insanları uyarmakta mucize bir beyandır. Aynı hatalı yoldan giderek perişan olan kitap ehli örnek gösterilmiştir. Hitap, son derece açık ve ürperticidir. İman sahipleri Allah'ın zikrine, yani Kur'an'a sırt dönmemek konusunda uyarılmaktadır. İkinci olarak, ehli kitabın zamanla bozulduklarına, kalplerinin karardığına ve saptıklarına dikkat çekilerek Allah'ın kitabına uzak kalmanın sonucu örneklendirilmiştir. Bu ayet, zaman içinde Kur'an'a uzak düşüp vahyin kabulleri yerine, geleneğin kabullerini koyan İslam dünyasına mucize bir Kur'an ihtarıdır. Kalpler katılaşmış, şekil ruhu örtmüş, iç dünyalar kararmıştır. Bu çoraklık ancak Kur'an'ın nefesiyle canlılık ve berekete döndürülebilir.

Kalplerin katılaşmasından sonra fasıklıktan başka ne gelir? Doğrusu şu insan kalbi çabucak değişiverir, çabucak unutuverir. Kur'an nuruyla aydınlandıktan sonra uzun bir süre Allah'ı zikretmekten uzak kalınca katılaşır, aydınlığını yitirir, körelir ve kararıp söner. Gönüllerin huşu ve huzur ile Allah'ı anmaları gerekir. Aydınlanıp arınmalar için sürekli uyanık tutulması icap eder. Fakat donmuş, katılaşmış, hareketsiz hale gelmiş bir kalpten hemen ümit kesilmemelidir. Çünkü onda yeniden hayat emaresinin görülmesi, aydınlıkların parlaması ve böylece Allah'ın zikrine koşması mümkündür. Çünkü Allah, öldükten sonra yeryüzünü de diriltir, hayat doldurur, bitkilerle süsler, yiyecek meyveler bitirir. Kalpler de tıpkı böyle Allah dilediği zaman dirilir. Allah, ölüden diri çıkarır. Yeryüzünün dirilişi gibi bu Kur'an da kalpleri diriltir. Ona gıda verir, sular, yumuşatır ve ısındırır. Allah, kâfirlere sevgi göstermeyip buğz eden, onları dost kabul etmeyen mü'minlerin kalplerine imanı yazar ve onlara yardım eder. (bkz. 58/Mücadele, 22)

İnsanın kalbi, iki farklı ânında aynı durumda olmaz; her şeyden daha çok kendi amellerinden etkilenir. İyi ve nurlu bir kalbe nur verir; kötü ve karanlık bir amel ise kalbin nurunu alır, onu karartır. Sâlih amel, insanın kalbini yumuşatır, öğütleri, hakkı ve hakikati kabul etmesini sağlar. İnsanın fıtratıyla bağdaşmayan ameller ise, insanın kalbini sertleştirir, katılık getirir. İnsanın kalbi, Kur'an'dan ışığını kesip, Allah'ın nuruyla bağını koparınca öylesine kararır ki, Kur'an tabiriyle artık onun işi bitmiş ve onun kalbi mühürlenmiş sayılır. Takva sayesinde Kur'an'ın hidayetiyle, Allah'ın nuruyla bakıp, görünmezleri keşfeden, perdenin arkasındaki parıltıları görebilen insan; bu ışıkla irtibatı kendi iradesiyle kestiğinde körlüğü seçmiş olur. Artık, her şeye perdelenmiş gözlerle bakar. Görülmesi gerekenleri göremez. Kendi gözleriyle bazı şeyleri görür, ama sanki hiç görmemiş gibidir; sanki gözlerinin önüne perde çekilmiş olur. Kalbi de imandan, sevgiden ibadetten zevk almaz olur ve küfrü, ısyanı, fesadı güzel görmeye başlar. Bunlar küfrün etkileridir; küfrün nedenleri değildir. "Onlar sapınca, Allah da kalplerini saptırmış, eğriltmiştir." (61/Saff, 5)

Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; gözlerinin üzerinde perdeler vardır.Büyük azap da onlar içindir.Bakara 7

Mushafı (ister orijinal ister meal) eline alan kimse hemen 13 ayet sonra yukarıdaki ayeti okumaktadır. Bilinçli bir okuyucu ise ister istemez aklına “kafirlerin kafirliğinin kaderleri olduğu, ne yapsalar kafirlikten kurtulamayacakları ve de onlara hiçbir uyarının yararı olmayacağı, onların mutlaka cezalandırılacakları” anlayışı gelecektir. Bu durumda da kafasına “Bunlar kalpleri ve kulakları mühürlenmek, gözleri perdelenmek suretiyle cebren/zoraki Allah tarafından kafir kılınıyorlarsa onlara azap edilmesinin mantığı nedir, bu durum adalet ilkesine ters düşmez mi?” sorusu takılacaktır.


Müslümanlar farkında olmasalar da Kur’an’da söz konusu ettiğiniz ayetten başka bu anlama paralel daha bir çok ayet mevcuttur. Bunları konu akışı içerisinde göreceğiz.

Yüce Rabbimiz zalim değildir. Kimsenin iman etmesine engel değildir. İnsanları özgür bırakmış, dileyenin kafir dileyenin de mümin olabileceğini bildirmiştir. Yani kafirliği ve müminliği kimseye cebir/zoraki kader olarak yazmamıştır. Öyleyse bu ayetlerin ifade ettiği anlamlar nelerdir! İşte bunları Kur’an üslubu ile Kur’an’dan anlamaya çalışalım. Kur’an’da kalplerin, mühürlenmesinden başka daha başka şekillerde de etki altında bırakıldığı açıklanmaktadır. Konuyu anlayabilmek için bunları da bilmek zorundayız. Bunlar:

a)Kalpleri mühürlemek.

Bakara suresi ayet 7:

“Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Büyük azap da onlar içindir.”

Enam suresi ayet 46:

“De ki: “Gördünüz mü/düşündünüz mü hiç; eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah`tan başka getirebilecek ilah kimdir?” Bak, biz ayetleri nasıl açıklıyoruz da onlar yine sırt çevirip-engelliyorlar?”

Casiye suresi ayet 23:

“Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah`ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah`tan sonra ona kim hidayet verecektir? Yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz?”

b)Kalpleri damgalamak.

Münafikun suresi ayet 3:

“Bu, onların iman etmeleri sonra inkâr etmeleri dolayısıyla böyledir. Böylece kalplerinin üzerine damga vurulmuştur (mühürlemiştir), artık onlar kavrayamazlar.”

Nisa suresi ayet 155:

“ Onların kendi sözlerini bozmaları, Allah`ın ayetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir” demeleri nedeniyle (onları lanetledik.) Hayır; Allah, inkârları dolayısıyla ona (kalplerine) damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar.”

c) Kalplerin sıkışması.

En’am suresi ayet 125:

“Ve sonra Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam`a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir.”

d) Kalplerin hastalanması.

Bakara suresi ayet 10:

“Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırdı. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azab vardır.”

e) Kalplerin ölmesi.

En’am suresi ayet 36:

“Ancak dinleyenler icabet eder. Ölüleri (ise,) onları da Allah diriltir. Sonra O`na döndürülürler.”

En’am suresi ayet 122:

“Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamıyanın durumu gibi midir? İşte, kafirlere yapmakta oldukları böyle `süslü ve çekici` gösterilmiştir.”

f)Kalplerin paslanması.

Muttaffifin suresi ayet 14:

“ Asla, hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur.”

g) Kalplerin katılaşması.

Bakara suresi ayet 74:

“Bundan sonra kalpleriniz katılaştı; taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan habersiz (gafil) değildir.”

Zümer suresi ayet 22:

“Allah, kimin göğsünü İslam`a açmışsa, artık o, Rabbinden bir nur üzerinedir, (öyle) değil mi? Fakat Allah`ın zikrinden (yana) kalpleri katılaşmış olanların vay haline. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.”

h) Kalplerin Hakk’tan yüz çevirmesi (insiraf).

Tevbe suresi ayet 127:

“Bir sûre indirildiğinde, bazısı bazısına bakar (ve): `Sizi bir kimse görüyor mu?` (der.) Sonra sırt çevirir giderler. Gerçekten onlar, kavramayan bir topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların kalblerini çevirmiştir.”

ı) Kalplerin taassubu (hamiyet).

Feth suresi ayet 26:

“Hani o inkâr edenler, “gurur ve soy asabiyetini” (hamiyeti), cahiliyenin `gurur ve soy asabiyetini’ kendi kalplerinde alevlendirip-kışkırttıkları zaman, hemen Allah; elçisinin ve mü`minlerin üzerine `(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu` indirdi ve onları `takva sözü` üzerinde `kararlılıkla ayakta tuttu.` Zaten onlar, buna layık ve ehil idiler. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.”

i) Kalplerin inkarı.

Nahl suresi ayet 22:

“Sizin ilahınız tek bir ilahtır. Ahirete inanmayanların kalpleri ise inkarcıdır ve onlar müstekbir (büyüklenmekte) olanlardır.”

Bu ayetler hep aynı soruyu gündeme getirmektedir, “Allah Teala insanların iradesine müdahale edip onları sapıklık içinde mi bırakmaktadır ?”

Bu soruyu cevaplayabilmemiz ve zihnimizdeki sorunu cevaplayabilmemiz için Kur’an’a başvurmamız gerekmektedir. Bu başvuru Kur’an’da Rabbimizin belirlediği ilkeler çerçevesinde olacaktır. Kur’an’daki bir konuyu iyi anlayabilmek için o konuyla ilgili tüm Kur’an ayetlerini dikkate almak bu ayetleri de özet olandan tetay olana sıraya koymak gerekir. Bu yöntemler Allah’ın bizlere kesin talimatıdır (direktifidir).

Ta Ha suresi ayet 114:

“Hak olan, biricik hükümdar olan Allah yücedir. Onun vahyi sana gelip-tamamlanmadan evvel, Kur`an`ı (okumada) acele etme ve “Rabbim, ilmimi artır.” de.”

Hud suresi ayet 1:

“Elif, Lam, Ra. Bu, Hakim ve her şeyden haberdar olan biri tarafından ayetleri pekiştirilmiş, sonra da açıklanmış bir Kitap’tır.”

Bu konuyu kavrayabilmemiz için önce “kalp”, “mühür”, “mühürleme” ve “kalbin mühürlenmesi” ifadelerinin anlamını sonra da “Allah’ın kalpleri mühürlemesi” ifadesininanlamını aslına uygun tarzda bilmemiz gerekiyor. Biz bu hususları İbn-i Manzur’un Lisan-ül Arab ve Ragıb el İsfehani’nin El Müfredat’ını esas olarak alıp bu ifadeleri takdim ediyoruz.

Kalp:

“Kalb” sözcüğü: Kalp sözcüğü bireyin ortası, özü demektir. Bundan dolayı “yürek”e de kalp denmiştir. Araplar yüreği düşünce ve tefekkürün merkezi olarak bilmekteydiler. Giderek akla da kalp demeye başladılar. Bu kullanım” mahalliyet” mecazı mürseli idi. Bazı kullanımlarda akıl ve kalp kelimeleri eşanlamlı isimler olarak görülmeye başlandı. Ve dünyada hiç kimse bu kullanımın doğru bir temele dayanıp dayanmadığına aldırış etmedi. O nedenledir ki Kur’an’da kalp sözcüğü, kan pompalayan organ olarak değil aklın, düşüncenin, tüm zihinsel fonksiyonların merkezi olan beyin anlamında kullanılmıştır.

Hatem/Mühür:

“Üzerinde bir kimsenin veya bir kuruluşun adının tersine kazılı bulunduğu ve imza yerine geçen maden, lastik veya başka bir maddeden yapılmış alet, damga” demektir.

Hatm/Mühürleme:

Mühürleme, Tab’/damgalamak demektir. Tab’/damgalamak ise hılkat ve cibilliyet (yaratılışta şekil verme) demektir. Tabii, Tabiat, tabiyyet sözcükleri hep bu tab’/basmak anlamındaki sözcüğün türevleridir. Daha sonra kulların sonradan eşyaya şekil vermelerine de “tab’” denilmiştir. Örneğin kılıç yapımı (demire şekil vererek kılıç haline getirmek), Para basımı (madene şekil vermek) için de “tab’” sözcüğü kullanılır olmuştur. Daha sonra kitap, dergi, gazete basımlarına da “tab’” denilir olmuştur. Ki bugün için en yaygın anlam da budur. Matbuat (yazılı medya), matba/basımevi bu sözcüğün türevlerindendir.

Tab’/basmak sözcüğü hatm/mühürleme sözcüğünden daha geniş, nakş sözcüğünden daha dar bir anlam taşır.

Aşağıda konumuz olan ayetlerde göreceğiniz gibi Tab’/damgalamak sözcüğü Hatm/mühürleme sözcüğü ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır.

Mühürlemek sözcüğünün mecazi anlamı ise “Bir şey üzerine örtü örtmek, içine bir şey girmemesi için kilitlemek” demektir. Konumuzdaki “Allah’ın kalpler üzerine mühür vurmasını (kalpleri mühürlemesini) işte bu anlam ekseninde inceleyeceğiz.

Kalbin mühürlenmesi:

Kalbin mühürlenmesi “aklın yollarının tıkanması, iyi düşünmeye, bilgilenmeye engel olmak, aklı işe yarar olmaktan çıkarmak” demektir.

Allah’ın kalpleri mühürlemesi ve damgalaması:

Konumuzun ana hatlarını oluşturan sözcüklerin anlamını öğrendikten sonra Allah’ın kalpleri, kulakları mühürlemesi konusuna geçebiliriz. Konuyla ilgili ayetlere geçmeden evvel konumuz ayetlere üç açıdan bakacağımızı belirtelim.Bunlar:

1- Kulların fiillerinin yaratılması.

2- Konumuzda yer alan ayetlerdeki kişilerin belirginliği.

3- Ayetlerin geleceği haber verme noktasından mucizelikleri.


Kalbin Mühürlenmesi

Öteden beri insanları meşgul eden bir meseledir kalbin mü­hürlenmesi. Sık sık konuşmalarda geçer, kitaplarda, dergilerde geçer. Acaba bu kalbi mühürlenenler kimlerdir ve bu mührü basan kimdir? Kısmet olursa, yazımızda bu olaya değineceğiz.

Sık sık işitiriz: “Gözleri vardır görmezler, kulakları vardır işitmezler, kalpleri vardır hissetmezler” diye. Acaba neler oluyor da gören gözler görmez oluyor; işiten kulaklar işitmez oluyor; aslî vazifesi duymak, düşünmek, hissetmek olan kalp, kaskatı kesiliyor. Sırayla bu sonuçları doğuran nedenleri irdeleyelim.

1) Haram lokma. Bu o kadar önemli bir husustur ki, haram yiyen bir insan için mânevi tekâmül durur, ne yaparsa yapsın, bir adım ilerleyemez. Haram yiyen insan gaflet, delâlet, ihânet içindedir. Kime karşı? Kendine karşı; kendi aslî, öz vatanına karşı. Haram yiyen insan, haram yediği sürece, hiçbir zaman ruhunun yurdunu ziyaret edemez. Kendi kendine karşı yaban­cılaşır. Kendi ruh dünyasında bir esir, bir parya olur. Haram yiyen insan, mânevi güzellikleri istese de göremez. Mânevi ha­kikatleri istese de işitemez. Mânevi yücelikler âlemine istese de yaklaşamaz.

2) Kin, nefret, intikam duygusu içinde, gurur, kibir içinde yaşamak. Bu tür insanlar, yaşadıkları sürece, bu çirkin hallerden tövbe edip uzaklaşmadıkça, mânâ yolunda bir adım ilerleye­mezler. İnsanı benlik, egoizm, nefsaniyet kadar kirleten, aşağı­latan, küçük düşüren hiçbir şey yoktur. Bizim haram lokmadan sonra kendimize yapacağımız en büyük kötülük, bu tür negatif duyguların esâreti altında yaşamaktır. İnsan, sevdiği kadar var­dır. Sevmek ve sevilmek, hayatın en aslî, en yüce, en güzel duygularıdır. Psikolojik araştırmalar bize şunu gösteriyor: Sev­meyen ve sevilmeyen insanda şahsiyet de teşekkül etmiyor. Şartlar ne olursa olsun, bir hoşluk, bir mutluluk, bir güzellik yaşanamıyor. İnsanlar hayatta sevgileri kadar var, sevgisizlikleri kadar yokturlar. Mutlu insanlar hep, “Sevmek, devâm eden en güzel huyumdur.” diyenlerin arasından çıkıyor. Yunus’un en sevdiğim mısrası: “Aşk gelicek cümle eksik biter” deyişidir. Sevgiye, sevmek ve sevilmek duygularına yabancı bir kimseye, sağlıklı bir insan gözüyle bakılamaz. “Seviyoruz, seviliyoruz, güzelliğimiz bu yüzden” diyebilenler, kâinatın en mutlu, en huzurlu, en güzel insanlarıdır.

3) İnsanları kalplerinin mühürlenmesine götüren üçüncü husus; şefkât, merhamet, acımak duygularından yoksun oluş­larıdır. Yerde olanlara acımayanlara, onlara sevgi ve şefkât duymayanlara, göklerde olan melekler de acımazlar. İnsanoğlu “ben” dediği sürece, “benim” dediği sürece, “bana ait” dediği sürece kendi istikbâlini kendi karartır. Ancak “sen” diyebilenler kendi nefsanî duygularından, bencil hırslarından uzaklaşabilir. Allah rızası için, hiçbir karşılık beklemeksizin, hiçbir menfaat ummaksızın başkalarına el uzatabilenler huzurun, mutluluğun, aydınlığın ve ışığın yolunda yürüyebilirler. En güzel ibadetler­den biri de, Allah rızası için hizmet duygusudur. İnsanların en güzeli, en değerlisi, başka insanlara Allah rızası için hizmet edendir. Yalnız kendini düşünen, nefsi için yaşayan insanlar, ne aile içinde, ne iş muhitinde, ne de sosyal çevrede hiçbir zaman sevgi, saygı, ilgi göremezler. Başkalarına hizmet duygusundan uzak yaşayan kimseler, daima bir karanlık içinde, kendi ce­hennemlerini kendileri yaşarlar. Allah’ı ve onun yüce Resulünü en çok memnun eden hususlardan biri de başkalarına karşı gösterilen sevgi, saygı, hoşgörü ve hep bir hizmet duygusu içinde yaşamaktır. İnsanlar, sabahleyin gözlerini açtıkları andan itibaren, acaba kime nasıl faydalı olabilirim, hangi gözü yaşlı insanın ıstırabını paylaşabilirim, hangi açı doyurabilirim, hangi fakir kızın çeyizine yardımcı olabilirim, hangi fakir bir çocuğu okutabilirim diye düşünseler, nice hastalıklardan kurtulurlar, nice karanlıkları aşıp, nûra kavuşurlar.

4) İnsan kalbini mühürlenmeye götüren sebeplerden biri de gıybettir. Gıybet ile insanlar neler kaybettiklerini bir bilseler, vebadan kaçar gibi ondan uzaklaşırlar. Gıybet edenler kadar gıybeti dinleyenler de kirlenirler. Bazı kimseler kendilerini sa­vunmak için, “Efendim, biz gıybete karışmadık, bir köşeye çe­kilip sadece dinledik” derler. Hiç unutulmaması gereken bir nok­ta, gıybet edenler kadar o gıybeti dinleyenlerin de olaydan menfi olarak etkilendikleridir. Resulullah Efendimiz, bir Hadis-i Şerif'lerinde gıybetin otuz zinadan beter olduğunu ifade buyur­muşlardır. Açık konuşalım, bugün gıybet toplumumuzda, yedi­den yetmişe bütün hayatı saran bir kara bulut gibi olmuştur. Bazı kimselerin Suret-i Hak’tan görünmeleri bir şey değiştirmez. Her gıybette kalbe en azından siyah bir nokta gelir ve o noktalar çoğalarak gün gelir bütün kalbi karartır. Gıybetin olduğu bir çevrede, eksi elektrik her yeri sarar. Orada hassas insanların, temiz ve güzel insanların nefes almaları bile zorlaşır.

5) Kur’an-ı Kerim’de: “Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan korusunlar. Mümin kadınlara söyle, gözlerini ha­ramdan korusunlar.” buyuruluyor. Kalbin mühürlenmesine in­sanları götüren sebeplerden biri de fuhuştur. Fuhuş bakışla başlar, o nedenle bizi fuhuşa götüren her türlü durumlardan uzak kalmaya gayret etmelidir. Fuhuşu konuşmak, fuhuşu yap­mak kadar insanları kirletir, özlerinden uzaklaştırır. Mümkün olduğu kadar, seyredilen ve okunanlarda fuhuş görüntülerinden uzak kalmaya çalışmak gerekir. Gerek mümin kadınların, gerek mümin erkeklerin, bu konuda son derece hassas ve dikkatli olmaları gerekir.

6) Peygamber Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde: “Allah’ım beni bir an, bir andan da kısa bir zaman, nefsime bırakma” buyuruyor. İnanan insanların bu hadisi günde en az birkaç kere okumaları gerekiyor. Başıboş olmak, avârelik, “bir hayat ve ya­şama plânının olmayışı; gerek pencere önünde salak salak bakarak geçirilen zamanlar, gerek caddelerde aptal aptal do­laşarak geçirilen zamanlar, bizi hep negatife, nefsaniyete götü­ren yanlış hareketlerdir. Hiçbirimizin boşa geçirilecek ne bir saati, ne bir dakikası vardır. Kâinatın Efendisi: “İki günü bir­birine eşit olan ziyandadır.” buyuruyor. Hepimizin hedefi her an daha iyiye, daha güzele, daha mükemmele gitmek olmalıdır. Alıp verdiğimiz nefesler bile sayılıdır. Tek istisna olmadan hepi­miz, zamanlarımızı iyiye, güzele ve hayra götürmekle yüküm­lüyüz. Zamanını boşa harcayan, hayatını da, dünya ve âhiretini de boşa harcamış demektir. Buna hiçbirimizin hakkı yoktur.

7) Hepimiz, tabi inanan insanlar için söylüyorum; inanma­yanlara sözümüz yok, farz olan ibadetlerimizi yapmakla yüküm­lüyüz. İnsanlar ibadetlerini yaparken ne kadar hassas, dikkâtli ve özenle, saygıyla, edeple, incelikle hareket ederlerse, istifa­deleri de o kadar büyük olur. Hayatlarında bir kere olsun, ne için yaşıyorum, neden dünyaya gönderildim, yaşamaktaki amacım ne olmalıdır demeyenler için, bizim de söyleyecek bir sözümüz olamaz. Kendileri bilirler. Herkes kendi cebinden harcar, yap­tıklarının hesabını bir gün kendisi ödemek zorunda kalır.

Yüce Allah’ımız, sevgisinden yarattığı kulunun kalbini mü­hürlemez. O mührü vuran, sevgiden, saygıdan, edepten, ince­likten, Allah ve Peygamber aşkından uzakta yaşayan insanların kendileridir. Kalbim mühürlüyse ne yapabilirim ki, elimden ne gelir, hem bunlardan bana ne diyenler, bir gün gerçeklerle yüz yüze geldikleri zaman, utançla başlarını öne eğecekler, pişman olacaklardır. Ama o son pişmanlık fayda vermeyecektir. Tövbe etmek varken, af dilemek varken, secdeye kapanmak varken edepsizlikte ısrar niçin? Tövbemiz şimdi olmayacaksa, ne za­man olacak?

Advertisement