Yenişehir Wiki
Register
Advertisement
Bakınız

Şablon:KTFbakınız - d


Kur'an Terimleri Fihristi Kur'an Fihristi/Görsel Eşbah Ve Nezair EL-EŞBÂH VE'N-NEZÂİR Fİ'L-QUR'ÂNİ'L KERÎM
Online Mucem : http://kuranmeali.com/mucem.asp
KTF
KKF [1] {{KTF}}
A B C Ç D E F G H I İ K Kef Q Qaf L M N O Ö R S Ş T U Ü V W Y Z
Amaç: Ülkemizin online en zengin Kur'an terimleri fihristini oluşturmaktır.
Her Kur'ani terime iç link verilecek ve terimle ilgili ansiklopedik madde oluşturulacak ve ansiklopedik maddenin içerisine ilgili ayetler link olarak verilecek.Böylece her bir Kur'anİ terimin geçtiği tüm ayetlere ve ayetlerin tüm meal ve tefsirlerine aynı anda ulaşılabilecektir. Hatta önlerimin geçtiği hadislere ve önemli sözlere aynı anda aynı sayfada ulaşılacaktır.
Yöntem : 1. KTF nde bulunan kavramlara iç link verielerek sayfa oluşturulacak . 2. O konu ile ilgili izah sayfaya eklenecektir. 3. HDKD tefsirinden bulunacak Kur'an terimlerina ait izahlar kavramla ilgili ansiklopedik sayfaya eklenecek, 4. KTF de olmayan kavramlar için yeni sayfa oluşturularak ve fihrsitin olduğu sayfaya alfabetik sıra gözetilerek eklenerek fihrist geliştirilecektir. 5. Ayrıca Mu'cemül Müfehresden alınan ayetler bu sitede ilgili kuran teriminin ansiklopedik sayfasına eklenecektir. aşağıda ayetlerin alınacağı link bulunuyor. http://www.kuranmeali.com/%5Cmucem.asp
sonuç:Böylece internetteki en zengin "Kur'an terimleri fihristi" kollektif ve kollebratif bir usulle oluşturulmuş olacaktır. başta öğretmenlerimiz olmak üzere emeği geçenlerden Allah razı olsun. Bursa Valiliği'nde görevli hizmetli Mustafa'ya da teşekkürlerimizi de unutmayalım.
Mu'cem-ul Müfehres - Kur'an Kelimeleri Fihristi - Mucem
ا ب ت ث ج ح خ د ذ ر ز س ش ص ض ط ظ ع غ ف ق ك ل م ن ه و ؤ ى ي ئ ة

Şafak :[]

Şafak akşam güneş battıktan sonra ufukta görünen kırmızılığın ismidir.

  • Aslı tül gibi rikkat ve incelik manasınadır. "Şey'in şafak" inceliğinden dolayı tutulamayan, tutunamayan şey demektir.
  • Kalbin inceliği anlamına "şefekat", korku anlamına "işfak" da hep rikkat/incelik/yufkalık/acıma anlamındadır.
  • Türkçe'de şafak, fecr, yani sabahın tanı anlamına meşhur olmuşsa da bu amiyane/halk tabiridir.
  • Arapça'da ve şer'î ıstılahta şafak, fecr karşıtı olarak, gurubtan sonraki kırmızılığın adıdır.
  • Akşam namazı vaktidir.
  • İmâm-ı Azam kırmızılıktan sonraki beyazlık olduğunu söylemiştir. [1]Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 299. (5678-5679)

Şâkile :[]

Şâkile[2]İsra: 17/84. kelimesi, tabiat, adalet, din, huy, niyet, seciye, yaratılış, benzeyen yol gibi çeşitli fakat birbirine yakın anlamlarla açıklanmışsa da en kapsamlısı, "benzeyen yol" ifadesidir

  • Yani herkes kendi mizacına benzeyen yolda hareket eder.
  • Herkes kendi kişisel his ve duygularına göre davranır demektir. [3]Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 299-300. (3196)

Şâqqu :[]

Düşmanlık ve muhalefet ettiler.

Şâmihât :[]

Şâmihât, başını kaldırmış, yüksek, yumru, ulu, yüce demektir.

  • Bir kimse, kibrinden dolayı burnunu kaldırdığı zaman "şemiha bienfihi" denir.

Şânî :[]

Şânî, buğz, düşmanlık, kin tutmak, kıskanmak mânâsına "şenean"dan ismi fail olarak, buğz eden, buğzunda devamlı olan demektir.

Şânieke :[]

Şânieke, sana buğz eden demektir.

  • "eş-Şânie" düşmanlık ve buğz mânâsına gelen "eş-Şeneân" kökünden olup buğz eden, öfkelenen demektir.
  • "Velâyecramennekum şeneâne qavm: Bir topluma karşı olan kininiz, sizi tecâvüze sevketmesın"[4]Mâide: 5/2 5/8

Şat'ehu :[]

Şat'ehu, "onun filizi" manasınadır.

  • Şat', "Filiz" demektir.
  • Cevherî şöyle der: "Şatae’zzer’u ve’n-nebât” Ekin ve bitkinin filizi manasınadır. Çoğulu "Eştâe" gelir.[5]Cevherî, Sıhah "Şatae" maddesi.


Şatr :[]

Şatr, lügatte, cihet manasınadır.

  • Şair şöyle der: O, kibirli bir şekilde Necid tarafından bize saldırıyor.
  • " Bu kelime "yarı"mânâsına da gelir.
  • Nitekim: "Temizlik imanın yarısıdır" hadisinde bu mânâda kullanılmıştır.[6]Dârimî, Vudû', 2


Şefaat :[]

"Şefaat", tek mânâsına gelen “Vitr”in zıddı, “Şef” (çift)ten alınmıştır.

  • Şef ise, kişinin başkasını, yanına ve himayesine alması demektir.
  • Dolayısıyla buna şefaat denilmiştir.
  • O halde şefaat, şefaati kabul edenin katında, şefaat edenin mertebesini gösterir.


Şehâdet-Şuhûd :[]

Şehâdet ve şuhûd, hazır olmak demektir.

  • Nefsinde gerek hazır olarak, gerekse içine doğmak suretiyle gerçekleşen bilgiyi dile getirerek bir hakkın yerini bulmasına ve isbata şehâdet denilir.
  • Şehâdet, yemin manasını da ihtiva eden özel bir haber vermedir.
  • Örfte ve şeriatte, şahit, davalı ve davacıdan başka birisi olmak durumundadır.
  • Râgıb, "şuhûd" ve "şehâdet"in, gerek göz ve gerekse sezgi ile görmekle, farkında olmakla birlikte bir mekanda bulunmak manasında olduğunu ifade etmiştir.
  • Bazan da sadece hazır bulunmaya da denir.
  • Ancak yalnızca hazır bulunmaya "şuhûd-u evlâ", müşahede ile birlikte hazır olmaya da "şehâdeti evla" denilir. [7]Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 300. (1055, 4869)
  • "Şehide" kökünden masdar olan bu kelime, Kur'ân'da türevleriyle birlikte yaklaşık 149 âyette zikredilmektedir.
  • Şehide, şehâdette bulundu, hazır oldu, huzurunda bulundu demektir.
  • Bir olayı görmek, bir şeye ulaşmak, huzuruna varmak, iç ve dış duygularla her hangi bir şeyi kapsamına almak bu fiilin anlamlarındandır.[8]el-İsfahânî, a.g.e., s. 237; krş. Elmalılı, a.g.e., I, 524.
  • Aynı kökten gelen istişhad ise, tanıklığa çağırma, delil olarak ortaya sürme gibi anlamlar içerir.[9]el el-İsfahâni, a.g.e., a.y. krş. Elmalılı, a.g.e., a.y.
  • Câhiliye döneminde bu manalara uygun olarak, el-Hâris b. Hıllize şöyle demiştir: "Hiyâreyn gününde, padişah o idi. Bizim yaptığımız yararlıklara şahid olmuştur. O gün ne büyük bir imtihan günüydü.[10]ez-Zevzenî, a.g.e., s. 169.
  • Kuran, "şehide" fiilinin lügat anlamlarını geliştirerek onu, ikrar, itiraf ve iman manalarına taşımıştır.
  • Lügat manasıyla, Kur'ânî mana arsındaki fark gayet açıktır.
  • Zira gözüyle gören, bir şeyin huzurunda olduğuna gerçekten inanan kişi, hemen kalbî bir imana sahip olur ve gördüğü şeye inanır.
  • Bir başka deyimle, Kur'ân'ın şehid dediği kişiler, ölmeden, İslâm'ın rükunlarmda olan şehâdete tam olarak inanmış, onu kalbinden ayırmayarak bu uğurda ölmüşlerdir.[11]Ûde, a.g.e.,s. 178, 179.
  • İşte bu mana Cahiliye döneminde bilinmemiştir diyebiliriz.[12] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 61-62.

Şehîd/Şühedâ :[]

Şüheda, hazır ve mevcut mânâsına gelen "şâhid"in çoğuludur.

  • Şehîd, "şehâdet" masdarından fail anlamına "feil" veya "mef'ul" olarak şâhid ve meşhûd anlamındadır. *Çoğulu "şühedâ"dır.
  • Şehid geleneğimizde "meşhûd bi'1-cenne" yani cennetlik olduğuna şahitlik edilen kişi demektir.
  • "Şâhid" ise bir gerçeği ispat için şahitliğine, yani bilgisine ve görüşüne başvurulan, bu görüş ve bilgisine dayanılarak verdiği haberin delil niteliğinde olduğu kimsedir.
  • Istılahta da herhangi bir yargıyı ispat için başvurulan delil ve tanığa da şâhid denir.
  • Aynı şekilde birinin bir başkası üzerindeki hakkını açıklama ve haber vermeye de şehâdet denir.
  • Şu halde şâhid davacı ile davalı arasında tarafsız, adil, yalnızca gerçeği söyleyen, sözü dinlenir bir kimse demektir.
  • Bundan dolayı söz ve davranışlarıyla örnek olan kişilere de şâhid denilir.
  • Müslümanların "ümmeten vasaten" kılınması da bu şâhidlik durumlarıyla ilgilidir.

Şehîk :[]

Şehîk, eşek anırması gibi çirkin ses.

  • Şehîk[13]Hud: 11/106, Kalem: 68/7., ağlarken hıçkırmaktır.
  • Fazla üzüntü ve teessürden meydana gelir.
  • Çocukların ağlaması böyle olur.
  • Ayrıca eşeğin anırmasının öncesine zefir, sonrasına şehik denir.
  • Öyle ki biri içeri çekme, diğeri dışarı çıkarmadır.
  • Kısacası zefir ve şehik, dertli ve üzüntülü durumdaki nefes alıp vermeyi anlatır. [14]Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 301. (2822)

Şehr :[]

Şehr[15]Bakara: 2/185, Tevbe: 9/36., "şöhret" kökünden masdar olup, bir şeyi ortaya çıkarmak anlamındadır.

  • "Şehere's-seyfe" denir ki, "kılıcı kınından çıkarıp gösterdi" demektir.
  • Nitekim dilimizde de "teşhir-i silah" (silahların teşhiri) denir.
  • Bu anlamdan elde edilerek; semada görülen aya ve bu ayın görünüp ışık verir bir hale gelmesi ve nihayet kaybolup tekrar ortaya çıkması suretiyle oluşan zaman dilimine de "şehr" denmiştir.
  • Yirmi dokuz veya otuz günlük bir süreyi kapsar.
  • Gökbilimciler bunu "ayın güneş ile iki kavuşma arasındaki geçen süre" diye tarif ederler.
  • Bu tarif bilginler içindir.
  • Halk için meşhur olan tarif, hilalin iki görünüşü arasındaki süredir.
  • Hilal nazari itibara alınmayarak otuz günlük süreye de "şehr" denir. [16]Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 301. (642)

Şekûr :[]

Şekûr[17]Lokman: 31/31, Nisa: 4/147., çok şükreden, bütün gücünü şükre sarfeden, kalbi, dili ve diğer azaları ile, hem inanç olarak hem de itiraf ile sözle hem de çalışmak suretiyle özellikle de vaktinin çoğunu şükrederek geçiren kişi demektir,

  • İbni Abbâs'tan gelen bir rivayette bütün hal ve hareketleriyle şükretme olarak ifade edilmiştir. [18]Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 301. (3953)

Şera’a :[]

Açıkladı, kanun koydu, izah etti.


Şeraha :[]

Açtı, genişletti.


Şerî'at :[]

Şeri’at[19]Ankebut: 45/17, Şura: 42/13, Maide: 5/48. kelimesi Bahr'de insanların ırmaklardan ve benzerlerinden su almaya gittikleri yerdir, denilmiştir.

  • Din şeriatı da bu anlamdadır.
  • Çünkü insanlar ondan, Allah'ın emirlerine, rahmetine ve yakınlığına ulaşır.
  • Râgıb, "şer"in masdar olduğunu sonra geniş yola isim yapıldığını, "şer", "şır'a" ve "şeriat" denildiğini ifade ettikten sonra, "Bu da dinde ilahî yol için istiare olarak kullanılmıştır." demiştir.
  • Bazıları şeriata, şeriat denilmesinin su yoluna benzetme ile olduğunu söylemişlerdir.
  • Çünkü, hakikat ve doğruluk üzere ona bağlananın hem susuzluğunun giderileceğini, kana kana su içeceğini, hem de temizleneceğini ifade etmişlerdir. Tıpkı su gibi. [20] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 302. (4317)
  • Kur'ân'da sadece tek âyette geçmektedir: "Habibim! Seni de emirden bir şeriat'ın üstüne memur kıldık. O halde sen ona tabi ol."[21]Câsiye: 45/18.
  • Şeri’at Arap dilinde, şera'a fiil kökünden türemiştir. Bu fiil lügatlarda açıklamak, tavzih etmek, izhar etmek anlamlarına gelir.[22]İbn Manzûr, a.g.e., VIII, 176.
  • eş-Şari'at, su ve benzeri bir gaye için insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol demektir.
  • Mastar halinde de kullanıldığında "geniş su yolu" anlamına gelir.
  • Suyun çıktığı yere "minhâc", takip ettiği yola da "şeri'a" adı verilir.[23] el-İsfahâni a.g.e., s. 379.
  • Ebu's-Su'ûd, şeriatla su yolu arasındaki ilgiyi şu şekilde açıklar: Su insan hayatında ne kadar önemli ise, dinin de, ahiret yurdunu kazanmadaki yeri ve önemi öyledir.
  • Bundan dolayı dine şeri'at denmiştir.'[24]Ebu's-Su'ûd, Mııhammed b. Muhammed, İrşâdu Akli's-Selim ilâ Mezâye'l-Kurâni'l-Kerîm, Kahire, tsz., 3, 71.
  • Bu kelime Kur'ân'da isti'are yoluyla dini bağlamda kullanılmıştır.
  • Buradaki isti'arenin suyun kaynağına değil de, kaynağa giden yola yapılması dikkat çekicidir.
  • Dini bağlamda bunun anlamı şudur: eş-Şeri'at, tarihin her hangi bir döne¬minde, bir topluma, bir peygamber aracılığıyla açılan yoldur.[25]el-İsfahânî, a.g.e., s. 379.
  • Câhiliye şiirinde bu kavramın lügat manasının kullanıldığını görmekteyiz.
  • Meselâ, o dönemde şairlerin üstadı olan İmruu'l-Kays bir şiirinde bu kelimeyi kullanarak şöyle demiştir: "Yaban eşekleri arzu ettikleri suyun kaynağını gördüklerinde, orada bulunan okçular sebebiyle, göğüslerinin kana bulanacağından korktuklarından..."[26]İmruu'l-Kays b. Hucr b. Amr. Divânu İmrii'l-Kays (şerh: Hasan es-Sendûbî) Mısır, tsz., s. 206.
  • Araplar, su kova vasıtasıyla değil, kendiliğinden çıkar ve kesintisiz akarsa, buna "şeri'a" derlerdi. "Şeri'a"nın bir diğer manası da ağzına su koymaktır.[27]İbn Manzûr, a.g.e., VIII, 175.
  • Dil bilginleri "şeri'at" kelimesinin dini manasını şöyle değerlendirmişlerdir: el-Leys; "Allah'ın, kullarına vazettiği oruç, hac, zekât, nikâh ve buna benzer ibadetler "şeri'at" diye isimlendirmişlerdir.”[28]İbn Manzûr, a.g.e., VIII, 176.demektedir.
  • Katâde ise, dinin tek olduğunu, fakat şeriatların farklı olduğunu[29]a.g.e., a.y.belirterek ayette yer alan "şeria't" kelimesini bir nevi tanımlamıştır.
  • Tahânevî'ye göre "şeri'at"; akıl sahibi insanları, övgüye layık olan hür iradesiyle, ahirette ve dünyada kendi menfaatleri olan, bizzat iyiye sevk etmek için Allah tarafından konulmuş bir sistemdir.
  • Diğer bir ifâde ile herhangi bir peygamberin Allah tarafından insanlara getirdiği hükümlerdir.
  • Bunlardan pratikle ilgili olanlarına fer'î ve amelî, inançla ilgili olanlarına ise aslî hükümler denir.[30]Tahânevî, Muhammed b. Ali, Keşşâfu Istılâhâtı Funûn, İran, 1927, I, 759.


Şerrer :[]

Şerrer, "şeraretun" kelimesinin çoğulu olup, ateşten uçuşup dağılan kıvılcımlar manasınadır.


Şetat :[]

Şetat kelimesi, haddini aşmış, aşırı, haktan, doğruluktan, rüşdden uzak olmuş, saçma anlamlarına gelir.

Şettâ :[]

Şettâ, "şetit"in çoğulu olarak, dağınık, perişan, muhtelif, parekende anlamlarına gelir.

  • Müfessirler, Leyl Sûresi'ndeki kullanımında "şettâ" kelimesini, çeşit çeşit, kimi aşağı kimi yukarı, kimi imanlı kimi imansız anlamında tefsir etmişlerdir.
  • "teşettet cem’ahum: birlikleri dağıldı" mânasınadır.

Şevâ :[]

Şevâ, el ayak gibi organlara denir.

  • Nitekim avcı, kol, bacak gibi öldürmeyecek organlara isabet ettirerek vurduğunda "eşvey" derler.
  • Ayrıca "şeva"nın, başın derisi demek olan "şevat"ın çoğulu olduğu da ifade edilmiştir.
  • A'şâ şöyle der: Kuteyle dedi ki, ona ne oldu ki, başı bembeyaz oldu?[31]Tefsîr-i kebîr, 30/128

Şevb :[]

Şevb, karışım demektir.

  • Bir kimse yemeğe başka bir şey karıştırdığında "Şâbe’t-ta’âm" denir.
  • Geniş zamanı "Yeşubu" gelir.
  • "Şevb" Bu fiilden alınmıştır.

Şeytan :[]

Şeytân, uzaklık manasına "şatene" maddesinden "fey'al" veznindendir, uzak demektir.

  • Gerçekte de şeytan haktan uzaktır.
  • Aynı zamanda, yanma ve batıllık manasına "şeyt " kökünden, "fu'lan" vezninde olduğu, yanmış ve batıl anlamına geldiği ifade edilmiştir. Bu kullanımda kelime isim olduğu için çekimli olmuştur.
  • "Şatane" kökünün Arap dilinin yabancısı olduğu da ifade ediliyor. Bu nedenle şeytan bîr cins isimdir. Bundan cin şeytanı anlaşılmakla beraber, insan şeytanı, hatta hayvan şeytanı olarak da anlaşılır.
  • Hz. Ömer'in huysuz bir ata bindirildiğinde "beni bir şeytana bindirdiniz" dediği rivayet edilir.
  • Şeytan, herhangi bir azgın yani azgınlıkta, şer ve kötülükte, fevkalede bir yükselişle kendi sınıf ve benzerlerinin dışına çıkmış kötü inatçı manasında bir cins isimdir.
  • Gerek insandan, hayvandan, yılan gibi görünen yaratıklardan ve gerekse diğer gizli mahluklardan ruhî ilişkisi bulunan kötülere söylenir. İnsan şeytanı, hayvan şeytanı, cin şeytanı denilir.
  • Nitekim Kur'ân'da insan şeytanları ve cin şeytanları çok geçer. İnsan görünür fakat kötülükleri ve şeytanlıkları görülmez. Eserleriyle belli olur.
  • Şu halde insan şeytanında bile şeytanlık bir gizli iştir. Bunun için şeytan ismi, gizli, kötü bir kuvvet, kötü bir ruh düşüncesine döner.
  • İnsan şeytanı, cin şeytanına bağlı demektir.
  • Melek karşıtı olan cin şeytanı, yani gizli şeytan bazı filozoflara göre, manevî ve soyut olarak açıklanmış ise de bunun maddî değerini de inkar etmek doğru olmaz.
  • Bu şekilde şeytan cins ismi, bilhassa görülmeyen ruhlar ve kötü kuvvetlere isim olmuştur.
  • Yaratılışta her cins bir tek fert ile başlamış olduğundan şeytan denilince bu cinsin babası olan o ilk fert yani İblis akla gelir.
  • O zaman özel isim gibi olur. Şeytan'a Farsça'da "diyv" denilir. Bu kelime Batı'da "ilah" manasına "diev" olmuştur. [32]Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 302-303. (238-239)
  • Şa-ta-na" fiil kökünden gelir. Kelimenin anlamı, aceleci, dik kafalı, küstah, hain şeklinde tanımlanabilir.
  • Ancak Kur'ân'da şeytanın bir kötülük objesi mi, yoksa bir şahıs mı olduğu sorusu cevaplanması zor olan meselelerdendir. *Yalnız Kur'ân'da kötülük, özellikle Hz. Âdem'in yaratılışı anlatılırken bir şahıs olarak temsil edilmiş ve onun özel ismi ise, İblis olarak belirtilmiştir.
  • İblîs yalnız Allah'ın emirlerine uymayı redderek ve Âdem'e secdeyi kabul etmemekle kalmamış, ayrıca Allah'a karşı uzun bir mücadeleye de girişmiştir. Ama daha sonra Hz. Âdem ve Havva yasaklanan meyveden yiyince, onları isyana teşvik eden, İblîs olarak değil, kötülük ilkesinin artık genel adı olan şeytan ile isimlendirilmiştir.[33]Fazlurrahman, a.g.e., s. 245.
  • Arap dilinde eş-Şatan; kendisiyle su çekilen veya atın ayağına bağlanılan uzun ip[34] İbn Manzûr, a.g.e., XIII, 237. anlamını ifade etmektedir.
  • Bu anlamda Antara bir beytinde şöyle demektedir: "Dibi çamurlu kuyunun içine salınan kovaya bağlanan ipler gibi, düşman mızrakları, yağız atımın gözüne girmişken, arkadaşlarım Antara diye benden yardım istiyorlardı."[35]Antara, a.g.e., s. 29.
  • Bu anlam yanında "şa-ta-na"; "altı derin kıvrımlı kuyu", "aşırı zor bir savaş", "uzak ve gidilmesi zor bir mesken" manalarına gelmektedir.[36]İbn Manzûr. a.g.e., XIII, 238.
  • Bu manada en-Nabiğâtu'z- Zübyânî şöyle der: "Kalp, Su'âd'a bağlı olduğu halde, onu senden ev uzaklaştırdı."[37]en-Nâbiğa, a.g.e., s. 256.
  • Büyük Türk Müfessirlerinden Hamdi Yazır, şeytan lafzı ile ilgili iki görüş belirtir:
  • 1-Şeytân; şa-ta-na maddesinden "fiyâl" vezninden gelip uzaklık, uzaklaşmaktır. Buna göre şeytan, uzaklaşan ve uzak düşen demektir. Allah'tan uzak düşen bir varlık için kullanılır.
  • 2- Şa-ya-ta maddesinden "fa’lân" vezninden öfkeden helak olmak, diş gıcırdatmak, yakmak, hırsıyla yanmak manalarına gelir.[38] Elmalılı, a.g.e., I, 239.
  • Bizce birinci görüş daha kuvvetlidir. Zira Kurtûbî de bu görüşü savunarak, şeytanın, Hakka isyan ettiği ve ondan uzaklaştığı için bu ismi aldığını söylemektedir.[39]el-Kurtubî, a.g.e., I, 90.
  • Bu itibarla şeytan tabiri en geniş ve somut anlamıyla, meşru ve geçerli, ahlakî niteliklere aykırı olan amaçlara ve niyetlere yönelmiş, azgınlıkta, şer ve kötülükte emsalsiz olan demektir. Dolayısıyla şerir ve inatçı olan her isyankâr ve azgına verilebilecek bir isimdir.[40]Aydın, a.g.e., s. 96.
  • Kur'ân, şeytan ifadesini yerilen bir sıfat olarak kullanır. Çünkü insanlar, çirkin görünüşlü yaratıkları hep şeytana benzetirler; "Şeytanın yüzü" gibi. Zira şeytana hep şer olarak bakılır.[41] el-Âlûsî, a.g.e., XXIII, 95, 96.
  • Nitekim bir âyette şöyle denir : "O zakkum ağacı, çılgın ateşin, yani cehennemin dibinde yetişir ve tomurcukları şeytanların başları gibidir."[42] Sâffât: 37/64,37/ 65.
  • Câhiliye döneminde "şeytan" kelimesi biliniyordu.
  • Araplar, kuvvetli ve cesaretli düzenbaz olan kişilere şeytan lakabı takıyorlardı.
  • Mesela; Cuşem oğullarından olan İbn Mudlec'i ve İbnu'l-Hakem'i şeytan diye isimlendirmişlerdi.[43]'Ude, a.g.e., s. 478.
  • Bu itibarla "cin" şeytanı dendiği gibi, insan şeytanı, hayvan şeytanî da denebilir.
  • İnsan ve hayvan görülür, fakat ruhta gizlenen kötülük görülmez.
  • O eserleri ile bilinir. Bu sebeple "şeytan" isminden genel olarak, gizli ve kötü bir kuvvet, kötü ve habis bir ruh anlaşılır.[44]Aydın, Ali, a.g.e., s. 96.
  • Buna göre Allah'a isyan eden herkes şeytan kavramının içerisinde değerlendirilebilir.
  • "Şeytan" kelimesi, yukarıda sunmaya çalıştığımız anlamların paralelinde olarak Kur'ân, ona isyankâr, asi, Allah'ın rahmetinden kovulmuş gibi anlamlar vermiştir.
  • Câhiliye döneminde ise, bu dini anlam bilinmemiştir.
  • Kur'ân bazen bu kelimeyi lügat anlamında da kullanmıştır.
  • Öte yandan Kur'ân, şeytanı; insanları kötülüklere sürükleyen, özellikle onları Allah yolundan saptırmaya çalışan fizyolojik olmayan bir motif olarak tasvir eder.[45]A'raf: 7/16, 7/17.

Şî'a :[]

Şi’a bîr kimsenin arkasından, izinden giden taraftarları demektir.

  • Saffât Sûresi'ndeki kullanımında Hz. İbrahim'in Hz. Nuh'un soyundan olduğu veya onun izinden gittiği ifade edilmiştir.


Şihâb /Şuhûb :[]

Şihâb ateş alevi demektir.

  • Parıltılarından dolayı yıldızlara ve süngüye de denir.
  • Özellikle gökten yaldız kayması gibi görünen şuleye (ışığa) de şihâb denilir.
  • Bunun bir parlama olduğu açık ise de fizik nedenleri henüz tam belli değildir.
  • Şihablar, göğe doğru çıkmak isteyen cin şeytanlarına atılan gök mermileridir.
  • Bunlarda mahiyet olarak hem yıldız, hem taş, hem ateş anlamı vardır.
  • Şeytanların ve insanî şeytanların taşlanması mecaz anlamdadır. Taşlama manevî bir taşlamadır.
  • Şihâb "bi şihâb-i kabs" ifadesinde olduğu gibi ateş alevi demektir.
  • "Şihâb"ın çoğulu "şuhûb"dur. Bundan dolayı gökyüzünde kayan yıldızlara da ad olmuştur.

Şikâk :[]

Şikâk, muhalefet, zıtlık ve düşmanlık demektir.

  • Bunun aslı, yan mânâsına gelen "Şıkk" kökündendir.
  • Yani, "birisi bir tarafta, diğeri başka bir tarafta olmuştur." demektir.

Şi'ra :[]

Şi'râ, sıcak mevsimde ikizler burcundan sonra doğan parlak yıldız.

  • Şi'ra, "zikra" vezninde, şuur mânâsına masdar olup semanın birinci derecedeki parlak yıldızlarından en parlak iki yıldıza isim olmuştur.
  • Parlaklık derecesi birinci olan yıldızlardan "şi'ra" ismiyle iki yıldız vardır.
  • Bunlardan birine "şi'ray-ı yemanî" veya Abur, diğerine de "şi'ray-ı şamî" veya Gumeysa/Rumeysa denilir.
  • Şi'ray-ı yemanî burçların en güzeli olan Cevza'da "el-Cabbâr" denilen suretin arkasında uydu sanılarak "kelbu'l-cabbâr" ismi de verilen "kelbi ekber"dir. "Kelbi asgar" da "şi'ray-ı şamî"dir.


Şir'a-Şerî'a-Meşre'a :[]

Şir'a, bir ırmak ve herhangi bir su kaynağından su içmek veya su almak için gidilen yol demektir.

  • Bu da insanların ebedî hayata ve gerçek saadete ermesi için Allah-u Teâlâ'nın koyup teklif ettiği özel hükümlere ve doğru yola istiare yoluyla isim olmuştur ki din demektir.
  • Şir'a, ya kapalı bir şeyi yarıp açmak, beyan ve açıklamak manasına "şera'a" masdarından veya bir şeye girmek manasına "şuru' "dan alınmıştır.
  • Birinci "şerîa"ya (yol göstericiye), ikincisi "salik"e (yola girene) göre ilişkisi demek olur.

Şirb :[]

Şirb, fıkıhta içmek, hayvan ve tarla sulamak, kullanmak için su almak demektir.

  • Yalnız içmek için olana "şefe hakkı" (dudak hakkı) denilir.
  • Su alan bir arktan nöbetleşe yararlanma "muhayeeh" yani "bölüşülme ihtimali bulunmayan bir şeyi sıra ile kullanma" tabir edilir.

Şirk -Müşrik :[]

Şirk; ortaklık, pay.

  • Şirk, bîr zulüm ve haksızlıktır: Çünkü zulüm, bir şeyi olması gereken yerin gerisine/aşağısına koymaktır.
  • Allah'ın hakkını Allah'tan başkasına vermektir.
  • Aynı zamanda Allah'ın mükerrem kıldığı, şeref verdiği insan nefsini, bir yaratılmışa ibadet ettirerek onu aşağılamak, zelil etmektir.
  • Şirk bir zulümdür; çünkü, ilahlığı, hiçbir zaman söz konusu olmayan, olma imkanı bulunmayan bir yere koymaktır.
  • Zeyd'in malını Amr'a vermek zulümdür, Çünkü Zeyd'in malını, Amr'ın eline koymakla Amr'a haksızlık ve zulüm yapılmıştır. *Lakin, hibe veya satış gibi yollarla Amr bu mallara sahip olabilir.
  • Halbuki şirk koşmak, ilahlığı/mabudluğu Allah'tan başkasına vermektir. Allah'tan başkasının ise hiçbir şartta ilah olması mümkün değildir.
  • Kur'ân'da türevleriyle birlikte 186 âyette zikredilmektedir.
  • "Şe-ri-ke" fiil kökünden gelmektedir.
  • Şerike ortak olmak demektir.
  • Aynı kökten gelen "şirket", ortaklık anlamını içermektedir.
  • Dolayısıyla iki veya daha çok kimsenin maddi veya manevi alandaki ortaklıklarına şirket veya müşareket denir.[46]el-İsfahânî, a.g.e., 380; İbn Manzûr, a.g.e., II, 263; Fîrûzâbadî, s. 1220.
  • Fiilin ifa'l babındaki şekli olan "eşraka", ortak tanımak ve ortak koşmak; bu babın ism-i faili olan "müşrik de ortak koşan demektir.[47]el-İsfahânî, a.g.e., 266; İbn Manzûr, a.g.e., II, 263.
  • Dinî anlamda "şirk", Allah'ın ortağı olduğunu kabul etmek veya yaptığı ibadetlere başkalarını da ortak kılmaktır.
  • Bu da putlara ağaçlara, hayvanlara, kabirlere, göksel cisimlere, tabiat kuvvetlerine, ruhani varlıklara ve insanlara uluhiyet vererek tapınmaktır.[48]Tabbara, Afîfî Abdulfettâh, Ruhu'd-Dini'l-İslâmi, Beyrut, 1995, s. 103.
  • Hususi anlamda ise şirk, Yüce Allah'ın uluhiyetinde sıfat ve fiillerinde, eşi ve ortağı bulunduğunu kabul etmektir.[49]el-Bursevî, İsmail Hakkı, Rûhu'l-Beyân, İst., tsz., 1, 78.
  • İşte Kur'ân'ın şirk konusunda ele aldığı kimseler daha çok bu tür müşriklerdir.
  • İslâm'dan önce bu kelime yalnız maddi ortaklığı ifade ederdi.
  • Nitekim Lebîd b. Rabî'a bir beytinde şöyle der: "Efendilik (iş sahipliği) çocuğa ait olduğu halde sahte ortaklar birer ikişer üşüşmektedirler."[50]Lebîd, a.g.e., s. 191.
  • Görüldüğü gibi, câhiliye döneminde sadece işortaklığı manasını ihtiva eden bu kelime, Kur'ân'ın nüzulünden sonra, Allah'a ortak koşmak manasını da ihtiva eder olmuştur.
  • Zira o dönemde tevhid akidesi yerleşmemiş, putlara tapma da yaygın bir hal almıştı.
  • Diğer Peygamberlerden kalan bilgiler ise tahrif edilmiş ve bunun neticesinde insanlar, Allah'a yaklaştırsınlar diye putlara tapar olmuşlardı.[51] ‘Ude, a.g.e., s. 274.
  • Şirk ile küfür bir birine yakın iki kavramdır.
  • Aralarındaki fark, küfrün daha genel, şirkin ise daha hususi olmasıdır.
  • Bu anlamda her şirk, küfürdür, fakat her küfür şirk değildir.
  • Çünkü şirk, Allah'a, zat, isim ve sıfatlarında ortak tanıma sonucu meydana gelir.
  • Küfür ise, insanı inkâra götüren bir takım inançların kabulü ile gerçekleşir.
  • Küfür sayılan inançlardan biri de Allah'a ortak tanımadır.[52]Kılavuz, Ahmet, Saim, Akaid, T.D.V.İ.A. İlmihali, İst., tsz., s. 78.


Şirk, üç şekilde açıklanmıştır:

1. Başkasını O'na denk tutarak Allah'a eş/ortak koşmak.

  • "Allah'a ibâdet edin, O'na hiçbir şeyi şirk koşmayın (başkasını O'na denk ve eş tutmayın)!" [53]Nisâ: 4/36
  • "Doğrusu Allah, Kendisine şirk koşulmasını (denk ve eş tutulmasını) bağışlamaz." [54]Nisâ: 4/48
  • "Kim Allah'a şirk koşarsa (başkasını O'na denk ve eş tutarsa), Allah ona (bu halde öldüğü takdirde) cenneti haram kılar." [55]Mâide: 5/72
  • "Elbette Allah müşriklerden (yani, başkasını Kendisine denk ve eş tutanlardan) beridir." [56] Tevbe: 9/3


2. İbâdetten gayri taatte ortak koşmak.

  • "O ikisine (yani, Adem ile Havva'ya)[57]Mukâtil b. Süleyman'ın Tefsiri'nde de özetle şöyle denilmektedir: Adem, Havva ile evlenip de hamileliği ağırlaşınca, şeytan gizlenerek ona geldi ve "Senin karnındaki belki de bir hayvandır. Ey Havva ne dersin? Allah'a du'â etsen de onu seninle Âdem gibi insan olarak yaratsa, ona benim adımı verir misin?" diye sordu. Havva, "Evet" cevabını verdi. Sonra İblis onu bırakıp gitti. Havva Adem'e gelerek, "Görmediğim bir varlık karnımdaki yavrunun bir hayvan olduğunu, bu sebeble de ağırlık duyduğumu söyledi. Ben de onun dediği gibi olmasından korktum" dedi. Bundan dolayı Adem ile Havva, Havva'nın karnındakinden başka birşey düşünemez oldular ve Yüce Allah'a, "Eğer bize sâlih {yani, yaratılışı düzgün ve eksiksiz bir çocuk} verirsen, muhakkak ki şükrederlerden oluruz (yani, bu nimet dolayısıyla şükrederiz)" diye duâ ettiler. Havva, yaratılışı düzgün ve eksiksiz bir çocuk doğurdu. İblis ona geldi -kendisi onu tanımıyordu- ve, "Niçin bana verdiğin sözde durarak ona adımı vermiyorsun?" dedi. "Senin adın nedir?" diye sordu. İblis,

"Adım Abdu'l-Hâris" diyerek ona yalan söyledi. Havva da ona, Abdu'l-Hâris adını verdi; Âdem de bu ismi beğendi. Fakat çocuk öldü, İşte Yüce Allah'ın, "Onlara sâlih (yani, yaratılışı düzgün bir çocuk) verince, kendilerine verdiğinde O'na ortaklar koşmaya başladılar" sözü bunu anlatmaktadır. Kasdedilen de çocuklarına Abdu'l-Hâris adını vermekle İblis'i Allah'a ortak koşmuş olmalarıdır. Bu, ibâdet sözkonusu olmaksızın sadece itaat hususunda bir şirkti. Rabb'lerine ibâdet konusunda bir şirk değildi. (Bu âyetin, Adem ve eşi ile hiçbir ilgisi yoktur. Adem ile eşinin, Allah'a şirk koştuklarına dair rivayetlerin tümü bâtıl ve uydurmadır. Bu âyetteki, sâlih evlat için Allah'a duâ eden ve duâlarına icabet edilen, buna rağmen şirk koşan çift ile -siyak ve sibaktan da anlaşılacağı üzere- genel müşrik karakteri tasvir edilmektedir. sâlih (hilkati düzgün bir çocuk) verince, kendilerine verdiğinde O'na, /çocuklarına koydukları isim hususunda -ibâdet sözkonusu olmaksızın- itaatte İblis'i O'na [58]Tercüme, asla uygun yapılmıştır. Muhtemelen doğru ibare şöyle olmalıdır: "Kendisine itaat etmek suretiyle İblis'i, Allah'a ortak koştular." ortaklar kıldılar." [59]A'râf: 7/190

  • İblîs kendisine itaat edenlere diyecek ki): "Ben sizin bundan evvel beni, şirk koşmanıza (itaatte beni Allah'a ortak koşmanıza! da küfr etmiştim". [60]İbrâhîm: 14/22


3. Amellerde şirk (ortak koşmak), riya.

  • "Kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa, sâlih amel işlesin ve Rabbine ibâdetinde (yarattıklarından) bir kimseyi şirk koşmasın, (ibadetiyle Allah'tan başkasını irade etmesin)!" [61]Kehf: 18/110.

Şiyâ' :[]

Şiyâ'[62]En’am: 6/65., "şî'a’nın çoğuludur. Şi’a birisinin arkasından giderek bir emîre veya reise taraftar olan fırka, topluluk demektir. [63]Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 305. (1953)

Şiyaan, beş şekilde tefsir edilir: 


1. Ayırmak, grup grup yapmak, fırka fırka yapmak

  • "Dînlerini terikaya düşürüp/ayırıp şiy'a şiy'a olanlar (Yahudi, Hristiyan, Sabii, Mecusi gibi fırka ve hizibler oluşturanlar) var ya..." [64]En'âm: 6/159
  • "Ve müşriklerden olmayın. Onlar ki dînlerini tefrikaya düşürmüş/ayırmış ve şiy'a şiy'a olmuşlardır (hizib ve fırkalar oluşturmuşlardır)." [65]Rûm: 30/31-30/32
  • "Şüphe yok ki Fir'avn o arzda üstünlük sağlamaya kalkıştı ve onun ahalisini şiy'a şiy'a yaptı (biri Kiptiler, diğeri İsrâîloğulları olmak üzere fırkalara ayırdı)." [66]Kasas: 28/4
  • "Andolsun ki senden önce, evvelkilerin şiy'aları (fırkaları: Nûh kavmi, Hûd kavmi ve diğer ümmetler) içinde de (rasûller) gönderdik." [67]Hicr: 15/10


2. Ceyş (taraftar, yandaş, kavimdaş)

  • "(Mûsâ) orada dövüşen iki adam (iki kâfir)[68]Bu iki adamın kâfir olduğuna dair hiçbir delil yoktur. O nedenle böylesi durumlarda, susmak gerekir. (Redaktör) buldu.
  • Bu kendi Şia'sından (İsrâîloğullan'ndan, diğeri ise o'nun düşmanından bir Kıptî) idi.
  • Kendi şî'asmdan (ceyşinden/kavminden/taraftarından); Musa'nın ceyşinden (kavminden/taraftarından)) olan kişi, düşmanından olan kimseye (o Kıpiîye) karşı kendisin¬den istiğâse taleb etti."[69]Kasas: 28/15


3. ehl-i Mekke

  • "Andolsun ki şiyalarınızı (eşyâ'a) helak ettik (ey ehl-i Mekke)." [70]Kamer: 54/51
  • "Bundan önce (ehl-i Mekke’nin) şiyalarına yapıldığı gibi..." [71]Sebe': 34/54
  • "Sonra her şiya'dan (ehl-i Mekke’nin her şiya'sından)..." [72]Meryem: 19/69
  • "Şüphesiz İbrâhîm de o'nun şiya'sından (o'nun milletinin ehlinden; İbrahim de Nuh'un milletinden) idi."[73]Sâffât: 37/83.


4. Şuyû' bulma, intişar etme, yayılma[74]Mukâtil'in Tefsiri'nde şöyle denilmektedir: "Şüphesiz ki, o ******nin (yani, zinanın: Aişe ve Safvân'a atılan zina iftirasının açığa çıkmasını} îmân edenler içinde teşyi' olmasını {Aişe hakkındaki kötü dedikoduların şayi olmasını/şuyû' bulmasını} sevenler (için dünya ve âhirette elîm/acı bir azâb vardır)." (Nûr: 24/19)

  • "Şüphesiz ki, o ******nin (iğrenç/çirkin şeylerin/zina iftirasının) îmân edenler içinde teşyi' olmasını (yayılmasını/intişar etmesini/şüyu' bulmasını) sevenler..." [75] Nûr: 24/19


5. Muhtelif hevalar(ın peşinden gitmek)

  • "Yahut sizi şiya'lar (muhtelif hevaların, yanlış görüşlerin, fırkaların peşinden gidenler) halinde birbirinize katıp..."[76]En'âm: 6/65. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 193-195.

Şîatihi :[]

Taraftarları. "Şîate’r-racul" adamın taraftarları, yardımcıları, onun yolundan ve izinden gidenler.

Şiye :[]

Şiye, asıl renge uymayan alacalıktır.

  • Taberî “Lâ şiyete fihâ”nin mânâsı, o hayvanda asıl rengine uymayan ne beyazlık, ne de siyahlık vardır" demektir der.[77]Muhtasarut-Taberî, 1/47

Şuhh :[]

Şuhh[78]Haşr: 59/9., nefsin cimrilik, nekeslik, hasislik dediğimiz hırs ve kıskançlık, huyudur ki, "buhl" bunun fiiliyattaki tezahürüdür.

  • Nefiste bir garaz olması sebebi ile ortaya çıkan duruma "şuhh", bu¬nun fiilen engellenmesine de "buhl" denilir.
  • Râgıb, "şuhh"u adet haline gelmiş hırslı bir "buhl" diye tarif eder.
  • İbni Munzir'in, Hasen'den yaptığı bir alıntıda "buhl" insanın kendi elindekini, "şuhh" ise herkesin elindekini kıskanması diye tanımlanmıştır.
  • İbni Mes'ûd'un, "Şuhh, kardeşinin malını zulüm yoluyla yemektir." dediği rivayet edilmiştir.
  • Yine İbni Munzir ve İbni Merduye'nin rivayetlerinde İbni Ömer'in, "Şuhh, bir adamın malını men etmesi değil, kendisinin sahip olmadığına göz dikmesidir." dediği nakledilmiştir.
  • Alusî ise, "Lugatçilerin hiç birisinde böyle bir tarif görmedim." diyerek, "Şuhh, cimriliğin en şiddetli hali olmalıdır ." demiştir. [79]Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 305-306. (4845)

Şu'ûb :[]

Şu'ûb[80]Hucurat: 49/13, Mürselat: 77/30., "şa'b"ın çoğuludur. Kafatası kemiklerinin birbirine eklenip bitiştiği yere, eke "şa'b" denilir.

  • Kabâil, kabilenin çoğuludur.
  • Araplar toplulukları tasnif ederken insan vücudunun oluşumundan yararlanmışlardır. Bu nedenle insan kafatasını meydana getiren kemiklerin her birine kabile, hepsine de kabâil derler.
  • Aynı yöntemle, bir babanın sulbünden/soyundan gelen ve dallanan topluluğa kabile, bu kabileleri bir araya getiren ve hepsinin bir asla mensup olduğu topluluklara da "re's"/baş veya "şa'b" denilir.
  • "Şa'b" kabileleri içinde bulundurur. Bu anlamda, bir soydan gelen toplulukların en büyüğüne "şa'b" denir.
  • Kabile, amareleri içinde barındırır bu nedenle sadır, yani göğüs mesabesindedir.
  • Amare batınları içinde barındırır, Türkçe'de göbek/öbek deyimine benzer.
  • Batın fahızları içine alır, fahızlar, fasileleri içine alır. Toplamı altı tabaka eder. Bazıları yedinci olarak aşireti de saymışlardır.
  • "Şu'ab" ise, bir cisimden ayrılan çatallar demektir. Yani haçın bir kolu, gövdesi demek olduğundan çatalları üçtür.
  • Mürselât Sûresi'ndeki "Üç çatallı gölge" ifadesi, Hristiyanlığın teslis inancının Allah'ı oluşturduğuna inandıkları üç unsurun bir sembolü ile ilişkilidir.
  • Haç bu teslis inancını temsil eder. Buna inananlara "Haydi gidin bu üç çatallı teslis gölgesine" denilecek. [81]Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 306. (4478, 5523)

Şu'ûr :[]

Şu'ûr[82]Bakara: 2/154, En’am: 6/109, Yasin: 36/69., açık duygu ile hissetmektir,yani şu anda his halinde olan henüz hafızaya ve akla tamamen geçmemiş bulunan açık bir ilimdir.

  • Dalgınlığın zıddidır.
  • İdrakin ilk derecesi, yani bir şeyin düşünenin fikrine ilk varış derecesi, ilk görünümüdür.
  • Çünkü ilim, nefsin manaya ulaşmasıdır.
  • Bu ulaşmanın bir takım dereceleri vardır ki, şuur bunların birincisi, yani nefsin manaya ilk varış mertebesidir.
  • O mananın tamamına nefsin anlayışı hasıl olunca, tasavvur; bu mana şuurun gitmesinden sonra tekrar geri döndürülebilecek şekilde ruhta baki kalmışsa, hıfz, bunu istemeye hatırlama; tekrar bulan vicdana zikr ismi verilir.
  • Şu'ûr bir bakıma ilmin en zayıfıdır, çünkü onda sebat ve ihtiyatlı hareket yoktur.
  • Bu sebeple Allah'ın ilmine şuur denmez.
  • Başka bir anlamda da en canlı bir ilimdir. Çünkü o anda ve bizzat ince bir görüş anı ve huzurdur. İlahî ilmin kemalini anlatacak en güzel bir şahittir.
  • Her şu'ûr birlik içinde ikiliği, ikilik içinde birliği ihtiva eder.
  • Bir anda iki şuur olmaz.
  • Fakat genişliği olan bir şu'ûr olabilir.
  • İnsan başlangıç halinde şuur ile şuurun manasını, düşünen ile düşünüleni birbirinden ayıramaz.
  • Kalp kendinden çok düşündüğüne dalmış olur.
  • Bunun için şuur/bilinç açık duygular ile olan dış duyguya denir.
  • Görünen duygulara da hisler denir.
  • Buna karşılık, nefsin kendindeki bir şuur olayına da, "kendinde bulmak" demek olan "vicdan" adı verilmiştir.
  • Buna gizli his veya gizli şuur da denilir.
  • Bununla birlikte vicdan daha çok bir şu'ûr şuuru demektir.
  • Bu açık his ve gizli his deyimlerinde izafet veya sıfat manaları, sırasına göre ayırt edilmelidir.
  • Şu'ûr şimdi ve ani olduğu için, akıl şuurun dışında sayılır.
  • Akıl, şu'ûr kavramının analiz ve senteziyle özünü alır ve bundan sonuç çıkarmak suretiyle içinde ve dışında ilgi bulduğu gerekli şeylere intikal eder.
  • Akıl, halihazırdaki şu'ûrun gerisinden başlar.
  • Öncesi ve sonrası, iç yüzü ile ilgilenir.
  • Bunlardan başka şu'ûr kısmen, nefsin hoşlanmak, tiksinmek, genişlemek, sıkışmak gibi bir olayı ile ortak olur.
  • Buna zevk ve his denir. Bu his bir nokta kadar basit ve belirsiz de olsa, o zevkin sebebine bîr dış kıymeti isnad edilirse buna "duyum" tabir edilir.
  • Şu'ûrun ilmî kıymeti de bu itibarladır. [83]Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 306-308. (223-227)

Şuvâz :[]

Şuvâz, dumansız alev manasınadır.

Şükr :[]

Şükr, iki manada tefsir edilir:


1. Tevhîd/muvahhid

  • "Biz şâkirlerin (muvahhidlerin) karşılığını vereceğiz." [84]Al-i İmrân: 3/145
  • "Allah şâkirleri (muvahhidleri) en iyi bilen değil mi?" [85]En'âm: 6/53
  • "Andolsun ki, şükrederseniz (muvahhid olursanız) elbette artırırım." [86]İbrâhîm: 14/7


2. Nimete şükr/nimete teşekkür etmek

  • "Bana (nimetlerime) şükredin ve nankörlük etmeyin!" [87]Bakara: 2/152
  • "(Süleyman dedi ki): "Bu, Rabbimin fazlından; şükür (nimetine şükür) mü edeceğim, yoksa nankörlük mü?" [88]Neml: 27/40
  • "(Lokmân'a hikmet bahşettik ki), Allah'a şükret diye. Kim (nimete) şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, muhakkak Allah muhtaç değildir, hamde layık olandır." [89]Lokmân: 31/12. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 171-172.

Şükr :[]

Şükr,Kur'ân'da türevleriyle birlikte 75 âyette geçmektedir. Kur'ân, Allahu Teala'ya şükr (teşekkür) etmeyi müslümanın asli görevi olarak kabul etmektedir.

  • Çünkü Hak Teâlâ'nın bunca ikram ve iyiliklerinin devam etmesi için şükür zorunludur.
  • Dolayısıyla o, nimetlerin artması için bir sebep ve bir vesiledir.
  • Nitekim Yüce Allah, "And olsun ki, şükrederseniz size olan nimetlerimi mutlaka artırım..."[90]İbrahim: 14/7.buyurarak buna dikkat çekmektedir.
  • "Şükr", lügatta, nimetin bilinmesi ve açığa vurulması demektir.
  • Açmak, meydana çıkarmak anlamına gelen "keşr" kelimesinden "ş" harfinin "k" harfi ile yer değiştirmesi sonucu oluştuğu söylenmektedir.
  • Bu kelimenin karşıtı ise "örtmek, gizlemek" manasına gelen "küfür"dür.
  • "Dâbbetun şekurun”; Semizleşmesi ile sahibini memnun eden, yediğini belli eden hayvan anlamındadır.[91]el-İsfâhanî, a.g.e., s. 389.
  • "Aynun şukriyyun"; Suyuyla dolu olan pınar anlamına gelir.[92]a.g.e., a.y.
  • İslâm'a göre "şükr", üç kademelidir; İhsan edilen nimetleri kalple düşünmek, iyilik yapanı dille övme ve güç nisbetinde başkalarına bu iyiliklerden ikramda bulunmadır.[93] a.g.e., a.y.
  • Câhiliye döneminde "şükr" kelimesi, "teşekkür" manasında kullanılmıştır.
  • İmru'ul-Kays bir beytinde şöyle demiştir: “Yok olmaya maruz kaldığım bir sırada beni savunmadan dolayı sana teşekkür ederim."[94]İmruu'l-Kays, a.g.e., s. 107.
  • Kur'ân'da kullanılan "şükr" kavramıyla lügat manası arasında bir ilginin olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü yediğini gösteren hayvana "dâbbetun-şekûr" deniliyorsa, Allah'ın verdiği nimetleri inkâr etmeyen, nankörlükte bulunmayan ve O'na itaat edene "abdun şekûr" denir.
  • Böylelikle kelimenin lügat manası gelişerek ek bir mana kazanmış ve takva ile ilişkili bir hal almıştır.
  • Şükr ile hamd arasındaki fark ise, "hamd" her şey için yani soy, sop, cesaret ve iyilik için yapılan övgüdür ve dil ile gerçekleşir.
  • "Şükr" ise kalp, dil ve uzuvlarla nimete karşı yapılan teşekkürdür.[95]ez-Zamahşerî, a.g.e., I, 46. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 114-116.




KAYNAKLAR[]

[1] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 299. (5678-5679)

[2] İsra: 17/84.

[3] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 299-300. (3196)

[4] Mâide: 5/2 5/8

[5] Cevherî, Sıhah "Şatae" maddesi.

[6] Dârimî, Vudû', 2

[7] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 300. (1055, 4869)

[8] el-İsfahânî, a.g.e., s. 237; krş. Elmalılı, a.g.e., I, 524.

[9] el el-İsfahâni, a.g.e., a.y. krş. Elmalılı, a.g.e., a.y.

[10] ez-Zevzenî, a.g.e., s. 169.

[11] Ûde, a.g.e.,s. 178, 179.

[12] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 61-62.

[13] Hud: 11/106, Kalem: 68/7.

[14] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 301. (2822)

[15] Bakara: 2/185, Tevbe: 9/36.

[16] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 301. (642)

[17] Lokman: 31/31, Nisa: 4/147.

[18] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 301. (3953)

[19] Ankebut: 45/17, Şura: 42/13, Maide: 5/48.

[20] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 302. (4317)

[21] Câsiye: 45/18.

[22] İbn Manzûr, a.g.e., VIII, 176.

[23] el-İsfahâni a.g.e., s. 379.

[24] Ebu's-Su'ûd, Mııhammed b. Muhammed, İrşâdu Akli's-Selim ilâ Mezâye'l-Kurâni'l-Kerîm, Kahire, tsz., 3, 71.

[25] el-İsfahânî, a.g.e., s. 379.

[26] İmruu'l-Kays b. Hucr b. Amr. Divânu İmrii'l-Kays (şerh: Hasan es-Sendûbî) Mısır, tsz., s. 206.

[27] İbn Manzûr, a.g.e., VIII, 175.

[28] İbn Manzûr, a.g.e., VIII, 176.

[29] a.g.e., a.y.

[30] Tahânevî, Muhammed b. Ali, Keşşâfu Istılâhâtı Funûn, İran, 1927, I, 759.

[31] Tefsîr-i kebîr, 30/128

[32] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 302-303. (238-239)

[33] Fazlurrahman, a.g.e., s. 245.

[34] İbn Manzûr, a.g.e., XIII, 237.

[35] Antara, a.g.e., s. 29.

[36] İbn Manzûr. a.g.e., XIII, 238.

[37] en-Nâbiğa, a.g.e., s. 256.

[38] Elmalılı, a.g.e., I, 239.

[39] el-Kurtubî, a.g.e., I, 90.

[40] Aydın, a.g.e., s. 96.

[41] el-Âlûsî, a.g.e., XXIII, 95, 96.

[42] Sâffât: 37/64,37/ 65.

[43] 'Ude, a.g.e., s. 478.

[44] Aydın, Ali, a.g.e., s. 96.

[45] Bkz. A'raf: 7/16, 7/17.

[46] el-İsfahânî, a.g.e., 380; İbn Manzûr, a.g.e., II, 263; Fîrûzâbadî, s. 1220.

[47] el-İsfahânî, a.g.e., 266; İbn Manzûr, a.g.e., II, 263.

[48] Tabbara, Afîfî Abdulfettâh, Ruhu'd-Dini'l-İslâmi, Beyrut, 1995, s. 103.

[49] el-Bursevî, İsmail Hakkı, Rûhu'l-Beyân, İst., tsz., 1, 78.

[50] Lebîd, a.g.e., s. 191.

[51] ‘Ude, a.g.e., s. 274.

[52] Kılavuz, Ahmet, Saim, Akaid, T.D.V.İ.A. İlmihali, İst., tsz., s. 78.

[53] Nisâ: 4/36

[54] Nisâ: 4/48

[55] Mâide: 5/72

[56] Tevbe: 9/3

[57] Mukâtil b. Süleyman'ın Tefsiri'nde de özetle şöyle denilmektedir: Adem, Havva ile evlenip de hamileliği ağırlaşınca, şeytan gizlenerek ona geldi ve "Senin karnındaki belki de bir hayvandır. Ey Havva ne dersin? Allah'a du'â etsen de onu seninle Âdem gibi insan olarak yaratsa, ona benim adımı verir misin?" diye sordu. Havva, "Evet" cevabını verdi. Sonra İblis onu bırakıp gitti. Havva Adem'e gelerek, "Görmediğim bir varlık karnımdaki yavrunun bir hayvan olduğunu, bu sebeble de ağırlık duyduğumu söyledi. Ben de onun dediği gibi olmasından korktum" dedi. Bundan dolayı Adem ile Havva, Havva'nın karnındakinden başka birşey düşünemez oldular ve Yüce Allah'a, "Eğer bize sâlih {yani, yaratılışı düzgün ve eksiksiz bir çocuk} verirsen, muhakkak ki şükrederlerden oluruz (yani, bu nimet dolayısıyla şükrederiz)" diye duâ ettiler. Havva, yaratılışı düzgün ve eksiksiz bir çocuk doğurdu. İblis ona geldi -kendisi onu tanımıyordu- ve, "Niçin bana verdiğin sözde durarak ona adımı vermiyorsun?" dedi. "Senin adın nedir?" diye sordu. İblis, "Adım Abdu'l-Hâris" diyerek ona yalan söyledi. Havva da ona, Abdu'l-Hâris adını verdi; Âdem de bu ismi beğendi. Fakat çocuk öldü, İşte Yüce Allah'ın, "Onlara sâlih (yani, yaratılışı düzgün bir çocuk) verince, kendilerine verdiğinde O'na ortaklar koşmaya başladılar" sözü bunu anlatmaktadır. Kasdedilen de çocuklarına Abdu'l-Hâris adını vermekle İblis'i Allah'a ortak koşmuş olmalarıdır. Bu, ibâdet sözkonusu olmaksızın sadece itaat hususunda bir şirkti. Rabb'lerine ibâdet konusunda bir şirk değildi. (Bu âyetin, Adem ve eşi ile hiçbir ilgisi yoktur. Adem ile eşinin, Allah'a şirk koştuklarına dair rivayetlerin tümü bâtıl ve uydurmadır. Bu âyetteki, sâlih evlat için Allah'a duâ eden ve duâlarına icabet edilen, buna rağmen şirk koşan çift ile -siyak ve sibaktan da anlaşılacağı üzere- genel müşrik karakteri tasvir edilmektedir.

[58] Tercüme, asla uygun yapılmıştır. Muhtemelen doğru ibare şöyle olmalıdır: "Kendisine itaat etmek suretiyle İblis'i, Allah'a ortak koştular."

[59] A'râf: 7/190

[60] İbrâhîm: 14/22

[61] Kehf: 18/110.

[62] En’am: 6/65.

[63] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 305. (1953)

[64] En'âm: 6/159

[65] Rûm: 30/31-30/32

[66] Kasas: 28/4

[67] Hicr: 15/10

[68] Bu iki adamın kâfir olduğuna dair hiçbir delil yoktur. O nedenle böylesi durumlarda, susmak gerekir. (Redaktör)

[69] Kasas: 28/15

[70] Kamer: 54/51

[71] Sebe': 34/54

[72] Meryem: 19/69

[73] Sâffât: 37/83.

[74] Mukâtil'in Tefsiri'nde şöyle denilmektedir: "Şüphesiz ki, o ******nin (yani, zinanın: Aişe ve Safvân'a atılan zina iftirasının açığa çıkmasını} îmân edenler içinde teşyi' olmasını {Aişe hakkındaki kötü dedikoduların şayi olması¬nı/şuyû' bulmasını} sevenler (için dünya ve âhirette elîm/acı bir azâb vardır)." (Nûr: 24/19)

[75] Nûr: 24/19

[76] En'âm: 6/65. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 193-195.

[77] Muhtasarut-Taberî, 1/47

[78] Haşr: 59/9.

[79] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 305-306. (4845)

[80] Hucurat: 49/13, Mürselat: 77/30.

[81] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 306. (4478, 5523)

[82] Bakara: 2/154, En’am: 6/109, Yasin: 36/69.

[83] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 306-308. (223-227)

[84] Al-i İmrân: 3/145

[85] En'âm: 6/53

[86] İbrâhîm: 14/7

[87] Bakara: 2/152

[88] Neml: 27/40

[89] Lokmân: 31/12. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 171-172.

[90] İbrahim: 14/7.

[91] el-İsfâhanî, a.g.e., s. 389.

[92] a.g.e., a.y.

[93] a.g.e., a.y.

[94] İmruu'l-Kays, a.g.e., s. 107.

[95] ez-Zamahşerî, a.g.e., I, 46. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 114-116.

Advertisement