Yenişehir Wiki
Register
Advertisement


T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

İLAHİYAT FAKÜLTESİ




'YAŞAYAN İTİKADİ İSLAM MEZHEPLERİ 'LİSANS TEZİ



'Tezi Hazırlayan: 'İsmail ÇEVİK

04070043'







ANKARA 2009




Danışman Öğretim Üyesi:

Prof. Dr. Hasan ONAT

İslam Mezhepleri Tarihi

Ana Bilim Dalı Başkanı'




ANKARA 2009




'İÇİNDEKİLER




İÇİNDEKİLER I

ÖNSÖZ IV

KISALTMALAR V

GİRİŞ 1

BİRİNCİ BÖLÜM: SÜNNİLİK 4

A. İTİKADİ BOYUTU



1. EŞ’ARİLİK5


a. Ortaya Çıkışı


b. Görüşleri7



2. MATURİDİLİK9


a. Ortaya Çıkışı


b. Görüşleri11


c. Eş’arilik ve Maturidilik Arasındaki Bazı Farklar15



3. VEHHABİLİK15


a. Selefilik, Ahmet b. Hanbel ve İbn Teymiyye16


b. Muhammed b. Abdulvehhab ve Vehhabiliğin Ortaya Çıkışı18


c. Görüşleri21




B. FIKHİ BOYUTU22



1. HANEFİLİK23



2. MALİKİLİK25



3. ŞAFİİLİK26



4. HANBELÎLİK27




C. SÜNNİLİĞİN GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU28

İKİNCİ BÖLÜM: ŞİİLİK30

A. ŞİİLİĞİN ORTAYA ÇIKIŞI VE FIRKALARA BÖLÜNMESİ



B. Şİİ FIRKALAR33



1. İMAMİYYE


a. Ortaya Çıkışı


b. Görüşleri36



2. ZEYDİLİK37


a. Ortaya Çıkışı


b. Görüşleri41



3. İSMAİLİLİK44


a. Ortaya Çıkışı


b. İsmaililiğin Bölünmesi47


c. Görüşleri49



4. DÜRZÎLİK51


a. Ortaya Çıkışı


b. Görüşleri54



5. NUSAYRİLİK58


a. Ortaya Çıkışı


b. Görüşleri59




C. ŞİİLİĞİN GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU62

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: İBADİLİK65


A. ORTAYA ÇIKIŞI



B. GÖRÜŞLERİ67



C. AZZABE TEŞKİLATI71



D. İBADİLERİN GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU72


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: YEZİDİLİK74


A. ORTAYA ÇIKIŞI



B. GÖRÜŞLERİ76



C. DİNİ ÖRGÜTLENME81



D. YEZİDİLİĞİN GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU82


BEŞİNCİ BÖLÜM: KADİYANİLİK83


A. ORTAYA ÇIKIŞI



B. KADİYANİLİĞİN BÖLÜNMESİ86



1. KADİYAN AHMEDİLERİ86


2. LAHOR AHMEDİLERİ88



C. GÖRÜŞLERİ89



D. KADİYANİLİĞİN GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU91


ALTINCI BÖLÜM: BABİLİK-BAHAİLİK92


A. ORTAYA ÇIKIŞI



B. GÖRÜŞLERİ95



C. BABİLİK-BAHAÎLİĞİN GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU97


SONUÇ99

KAYNAKÇA100



KISALTMALAR[]

agm : Adı geçen makale

age : Adı geçen eser

AÜİFD : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi

b. : Bin

çev. : Çeviren

Hz. : Hazreti

h. : Hicri

s. : Sayfa

TDV : Türkiye Diyanet Vakfı

Yay. : Yayınları

trz : Tarihsiz

DİB : Diyanet İşleri Başkanlığı



ÖNSÖZ[]

İslam mezhepleri tarihi, Müslümanlar arasında ortaya çıkmış siyasi ve itikadi fırkaların teşekkül süreçlerini, tarihlerini, görüşlerini ve günümüzdeki durumlarını ele alan bir bilim dalıdır. Müslümanlar arasındaki görüş farklılıklarının kurumsallaşması sonucu meydana gelen mezhepler, beşeri oluşumlardır ve Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkmışlardır.

Mezheplerin ortaya çıkmasındaki en önemli etken insan faktörüdür. İnsanoğlu yaratılışı gereği farklı karakter ve düşünce yapısına sahiptir. İnsanların sahip oldukları farklı düşünce yapıları ve buna bağlı olarak gelişen bakış açıları her alanda olduğu gibi din alanında da gruplaşmalara yol açmıştır. İnsanlar kendi karakter yapılarına hitap eden yani kendilerini yansıtan fikirlerin etrafında toplanırlar. Bunun en bariz örneği İslam tarihinde ortaya çıkmış ilk mezhep sayılan Hariciliğin düşünce yapısı ve mensuplarının karakter yapısının birbirine uygunluğudur. Sert ve katı düşünceler, bedevi bir hayat tarzından gelenler arasında tutulmuştur. Öte yandan yerleşik hayatı benimseyenler arasında bu fikirler tutunamamış ve taraftar kazanamamıştır. Mürcie, Mutezile ve Sünnilik, şehir hayatını benimseyen topluluklar tarafından benimsenmiştir.

Günümüze kadar varlığını sürdüren inanç ekolleri, mensuplarının kişilikleriyle bütünleşmiş gibidirler. Yezidilik mezhebinin görüşleri Yezidilerin adeta kültürü haline de gelmiş durumdadır. Bahailik dünya kardeşliğini veya hümanizmi savunanlar arasında yayılmaktadır. Kadiyanilik, insanüstü lider fikrinin yaygın olduğu bir coğrafyada ortaya çıkmıştır. Vehhabilik ise Selefiliğin diriltilmesi fikri ile geçmişte Selefiliğin ve Hariciliğin taraftar bulduğu ortamlarda kendini göstermektedir. Bu bakımdan Mezheplerin farklı din anlayışlarının birer tezahürü olduğunu bilmek ve buna göre davranmak Müslümanların birlik beraberliği açısından büyük önem arz etmektedir. Bundan dolayı yaşayan İslam mezheplerini incelemek ve haklarında bilgi sahibi olmak için böyle bir çalışma yapmak istedim. Bu çalışmamda bana danışmanlık yaptığı için hocam Prof. Dr. Hasan Onat’a ve tezin tümünü okuyarak düzeltmelere yardımcı olan Dr. Muzaffer Tan’a teşekkürü bir borç bilirim.

GİRİŞ[]

İslam dini, insanlığın dünya ve ahiret saadeti için gönderilmiş olan son dindir. Âlemlerin Rabbi olan Allah, insanın, yaratılış gayesini ortaya koyabilmesi için, ona rehberlik yapacak olan peygamberleri ve kitapları göndermiştir. Nitekim ilk insan Hz. Âdem aynı zamanda bir peygamberdir. Bu da gösteriyor ki “din” insanın varoluşuyla birlikte ortaya çıkmış bir olgudur. İnsanlar, Tevhid’den uzaklaştıkları anda kendilerine, Allah tarafından, “uyarıcı ve müjdeleyici” elçiler gönderilmiştir. İslam dini de insanlığın Tevhid’den uzaklaştığı karanlık bir dönemde gelmiş ve yüce düsturlarıyla etrafına ışık saçmıştır. İslam dini, insanlığa gönderilen son peygamber Hz. Muhammed’in sağlığında kemâle ermiştir. Bu dinin inanç esasları genel çerçevesiyle Kur’an-ı Kerim’de belirtilmiştir. Allah’a, Nübüvvete, Ahirete inanan her şahıs Müslüman sayılır.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra başta siyasi olaylar olmak üzere birçok faktörün etkisiyle Müslümanlar arasında gruplaşmalar meydana gelmiştir. Özellikle siyasi alanda başlayan gruplaşmalar diğer faktörlerin de etkisiyle itikadi mezhepler ve fırkalara dönüşmüştür. Böylece Müslümanlar arasında siyasi-itikadi mezhepler meydana gelmiştir. Bu mezhepler, belli bir zaman diliminde teşekküllerini tamamlayarak kurumsallaşmışlardır.

Mezhep Arapçada “gitmek” manasına gelen “zehebe” fiilinde türemiş olup, “gidilen yol, meslek, asıl, esas, akide, doktrin, benimsenen inanç” gibi anlamlara gelir.[1] İslam mezhepleri tarihi klasik kaynaklarında, itikadi ve siyasi gayelerle vücut bulmuş; fikirler ve şahıslar etrafındaki zümreleşmelere “fırka” adı verilmektedir.[2]

İslam’ın “itikadi ve ameli sahadaki düşün ekolleri” diyebileceğimiz mezhepler, dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili tezahürlerdir. Siyasi, içtimai, iktisadi, coğrafi, tarihi ve benzeri sebepler, dinin anlaşılması planında, belirli fikirlerin ya da şahısların etrafında odaklaşmalara yol açmıştır. Böylece, din anlayışında yer yer farklılaşmalar husule gelmiştir. Bu farklılaşmaların, zamanla sistematik özellik kazanarak, düşünce ve davranışları etkilemeye başlaması, kurumlaşarak ve sosyal hayatta derin izler bırakarak varlığını sürdürmesi, karşımıza “mezhep” olgusunu çıkarmaktadır.[3]

Mezhep denince akla hemen 73 fırka hadisi, kurtuluşa eren fırka ve hak mezhep-batıl mezhep konuları gelmektedir. Müslümanların yetmiş üç fırkaya ayrılacağı ve bunlardan sadece bir tanesinin kurtuluşa eren fırka olacağı ile ilgili rivayet edilen hadislerin sübutu konusunda İslam âlimleri farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Bir kısmı bu hadisi sahih sayarak, yazdıkları kitaplarda, İslam Mezheplerini bu sayıya bağlı kalarak tasnif etmeye çalışmışlardır. Ancak onların bu hususta başarıya ulaştıkları pek söylenemez; çünkü bütün gayretlerine rağmen, birtakım tutarsızlıklara düşmekten kurtulamamışlardır. Fırkaların ana kolları esas alınacak olursa, sayıları on-on beşi geçmez, ama bu ana kollardan çıkan ve bir kısım Mezhepler Tarihi yazarının sayıya dâhil ettikleri küçük kollar da hesaplanacak olursa; sayıyı 72 veya 73’te dondurmak hiç mümkün değildir.[4] Bağdadi, İsferaini ve Şehristani bu hadisi esas almışlar ancak bu rakamı doldurmakta bir hayli zorlanmışlardır, Eş’ari, Fahruddin er-Razi, İbnü’l-Cevzi ve Neşvanü’l-Himyeri gibi yazarlar hadisi dikkate almamıştır. İbn Hazm ise, bu hadise tam anlamıyla karşı çıkarak “Bunlar, isnad bakımından kesinlikle sahih değildir” der ve zayıf olduklarını ileri sürer.”[5]

Yetmiş üç fırka hadisine dayanarak her mezhep kendisinin kurtuluşa eren fırka olduğunu savunmuştur. Bunu savunurken de diğer fırkaların sapık ve cehennemlik olduklarını iddia etmekten çekinmemişlerdir. Bu durum fırkalar arasındaki iletişimi kopardı ve her fırka birbirini suçlar hale geldi. Böylece fırkalar arasında hoşgörüsüzlük en üst seviyeye çıkmış oldu.

Hz. Peygamber’in hayatında ne siyasi ve itikadi mezheplerden, ne fıkhi-ameli mezheplerden söz edebiliriz. Mezhepler Hz. peygamber’in vefatından çok sonraları ortaya çıkmıştır.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra, insanlar arasındaki görüş ayrılıkları diğer bazı etkenlerin de yardımıyla kitlesel kamplaşmalara dönüşmüştür. Bu kamplaşmaların meydana gelmesini hazırlayan etkenler; İslam’ın insana tanıdığı özgürlük ve farklı düşünebilme imkânı, Müslümanlar arasında yaşanan siyasal olaylar ve savaşlar, eski kültür ve medeniyetlerle karşılaşma ve farklı coğrafyalara dağılma ve insanlardaki farklı din anlayışlarıdır. İşte tüm bu sebeplerle Müslümanlar arasında siyasi ve itikadi bazı oluşumlar meydana gelmiş ve bunlar kurumlaşarak “mezhep” adını almıştır. Böylece İslam’daki mezhepler ortaya çıkmıştır.

Biz bu çalışmamızda Müslümanlar arasında ortaya çıkan ve günümüze kadar varlığını sürdüren siyasi ve itikadi mezheplerin ortaya çıkışlarını, görüşlerini ve günümüzdeki durumlarını incelemeye çalıştık. Çalışmamızı yaparken her mezheple ilgili en az bir müstakil eserden yararlandık. Bunun dışında klasik mezhepler tarihi eserlerinden de faydalandık. Ayrıca günümüzde varlığını sürdüren mezheplerle ilgili yazılmış olan makalelerden alıntılar yaptık. Çalıştığımız konunun genişliğinden dolayı mezheplerin bütün özelliklerini yansıtamadık. Günümüzde yaşayan mezheplerin bütün yönleriyle ele alınması hacimli bir çalışmayı ortaya çıkaracaktır ki bu çalışmalar da zaten yapılmıştır. Çalışmamız altı bölümden müteşekkil olup her bölümde bir mezhep konu alınmıştır. Sadece Sünniliğin, itikadi boyutunun dışında fıkhi boyutu da ele alınmıştır.





[1] Mevlüt Sarı, el-Mevarid, Bahar yay., trz., İstanbul.

[2] Sönmez Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, Editör: Hasan Onat ANKUZEM 1. Baskı, Ankara:2006, 1. Ünite, s.5.

[1]3 Hasan Onat, “Mezhep Kavramı ve Mezheplerin Doğuşu”, Oş İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2005. s. 6.

[4] Ethem Ruhi Fığlalı, Mezhepler Arasındaki Farklar, Çevirenin Önsözü, TDV yay., Ankara 2001, s. VII-XXIX.

[5] Fığlalı, Mezhepler Arasındaki Farklar, Çevirenin Önsözü, s. VII-XXIX.


==BİRİNCİ BÖLÜM ==

SÜNNİLİK[]

A. 'İTİKADİ BOYUTU[]

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, İslam mesajının anlaşılması ve yaşanması konusunda Müslümanların ihtiyaçlarını karşılayacak çözümler üreten siyasi-itikadi ve aynı zamanda fıkhi bir düşünce ekolüdür. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat ismi, Hz. Peygamber ve ondan sonraki ilk nesillerin din anlayışına bağlı kalan ve genel dini akımdan ayrılmayan kimselerin adı olmuştur.”[6] “Ehl-i Sünnet, Sünnilerin kendileri için seçtikleri bir isimdir. Diğer mezhepler ise, Sünnilere, sıfatları kabul ettikleri için, Sıfatiyye, Müsbite, İspatiye ve Ehl-i İspat gibi isimler vermişlerdir.”[7]

“Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat tek bir eğilimi temsil eden bir akım olmayıp farklı eğilimleri içinde barındıran dini-toplumsal yapıdır. Bu yapıyı temsil eden Sünniler, tarihi seyir içerisinde Hadis taraftarları, Eş’arilik ve Maturudilik adı altında güçlenmiş ve günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.”[8]

Hadis taraftarları, sünnet ve asarı merkeze alan gelenekçi bir din anlayışını temsil etmektedir. Eş’arilik ve Maturudilik ise akılcı-hadari din söylemlerine sahiptirler denilebilir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’i oluşturan bu düşünce ekolleri genel olarak sahabeye karşı bir sevgi bağı oluşturmuşlardır. Böylece sahabe zamanında yaşanan ayrılık faaliyetleri ictihad farkıyla açıklanır. Büyük günah meselesinde hadis taraftarları hariç iman-amel ayırımı yapılır. Bundan dolayı da büyük günah işleyenin dinden çıkmayacağı savunulur. Ehl-i Sünnet günümüze kadar Müslümanların büyük çoğunluğunu bünyesinde barındırmıştır. Ayrıca siyasi sahada da ayrılıkları önleyici tutumları söz konusudur. İlk dört halifenin sırasıyla iş başına geldikleri ve hiç birisinin hakkının gasp edilmediği savunulur. Ehl-i Sünnet genel olarak siyasi kavgalardan uzak durmuştur denilebilir. Eş’arilik ve Maturudilik İslam dininin bütünleştirici yönünü ortaya koymaya çalışmışlardır. Ne var ki onlar da ilk zamanlardaki şahısları kutsallaştırmışlar, olayları da sorgulanamaz görmüşlerdir. Bu tutum problemlerin çözüme kavuşturulmasını engellemiştir.

Ehl-i Sünnetin siyasi tavrı genelde Haricilere ve Şia’ya reaksiyon olarak gelişmiştir. İmamette ise Hz. Peygamber’e atfedilen bir hadise dayanılarak Kureyşilik şartı aranmıştır. “Ehl-i sünnet âlimleri, bir kişinin meşru halife olabilmesi için şu dört şartı taşıması gerektiğini ileri sürmüşlerdir: Kureyş kabilesinden olmak, kendisine biat edilmek, istişare ile seçilmek ve adaletli davranmak”[9] Ehli Sünnetin farklı zamanlarda farklı temsilcileri olmuştur. İlk zamanlarda hadis taraftarları yani selefiler daha sonra da Eş’ariler ve Maturidiler Sünniliğin temsilcileri olmuşlardır. Son zamanlarda müslümanlar arasında Selefilik tekrar canlanmıştır. Günümüzde Vahhabiler Selefi akideleri savunmaktadırlar.

1.EŞ’ARİLİK[]

a. 'Ortaya Çıkışı

‘Eş’arilik, İslam düşünce tarihinde Ebu’l-Hasan el-Eş’ari’nin fikirleri etrafında oluşmuş kelami bir düşünce ekolüdür. Bu ekole kurucusunun adına nispetle Eş’arilik denmiştir.’[10]

Ebu’l-Hasan el-Eş’ari, 260/ 873 yılında Basra’da doğmuş, 324/936 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. Eş’ari diye tanınmasının sebebi meşhur sahabi Ebu Musa el-Eş’ari’nin soyundan geldiği içindir.[11]

Eş’ari, ünlü Mutezili âlimlerden Ebu Ali el-Cubbai’nin gözde talebelerinden biri olarak kırk yaşına kadar Mutezili görüşleri savunmuştur.

Eş’ari’nin içinde bulunduğu ortamda aklı ve felsefi delilleri önceleyen Mutezile ile bunun tersini savunan hadis taraftarları fikri bir çatışma halindeydiler. Eş’ari, hocası Ebu Ali el-Cübbai ile yaptığı bir tartışma sonucunda ondan ayrılır. “Eş’ari salah ve aslah meselesinde hocasıyla tartışmıştır. Eş’ari hocasına, biri itaatkâr, ikincisi asi ve üçüncüsü küçük yaşta ölen üç kardeşin ahiretteki durumunu sorar. Hocası, bu kardeşlerden birincisinin cennete, ikincisinin cehenneme ve üçüncüsünün ise ne cennete ne de cehenneme gideceğini söyler. Bunun üzerine Eş’ari, eğer küçük yaşta ölen kişi ; ‘Ya Rabbi! Beni niçin küçük yaşta öldürdün de büyüyüp sana iman ve itaat edecek yaşa kadar yaşatmadın ki cennete gireyim.’ derse Allah’ın cevabı ne olur, der. Cübbai, Allah buna, ‘Biliyorum ki sen uzun ömürlü olsaydın asi olur cehenneme girerdin. Senin için aslah olan küçük yaşta ölmendir.’ der, diye cevap verir. Eş’ari, eğer ikincisi kalkıp; ‘Ya Rabbi! Asi olup cehenneme girmemem için niçin beni küçük yaşta öldürmedin?’ diye sorarsa Allah buna ne cevap verir, diye sorar. Bunun üzerine hocası Cübbai şaşırıp kalır ve cevap veremez. Bunun üzerine Eş’ari Mutezile’den ayrılır.[12]

Montgomery Watt’a göre Eş’ari’nin Mutezileden farklı olan örüşleri dört başlık altında toplanabilir. “Birinci ayrılık noktası Eş’ari’nin, Kur’an gayr-ı mahlûktur ve Allah’ın kelamıdır, Allah’ın diğer sıfatları gibi ezelidir ve bir bakıma da zatından ayrıdır, demesidir. İkinci farklı görüşü Kuran’daki antropomorfik ifadeler hakındadır. Mutezile’ye göre Allah’ın elinden bahsedilmesinin manası onun lütuf ve merhameti demektir. Eş’ari, müteşebih ayetlerin nasıl olduğunu araştırmadan doğrudan doğruya olduğu gibi kabul edilmesi gerektiğini savunur. Diğer bir ayrılık noktası Allah’ın Cennet’te görülüp görülmeyeceği konusundadır. Mutezile’ye göre Allah’ın görülmesinden kasıt müminlerin Müminlerin Allah’ı kalplerinde bilmesidir. Eş’ari ise bu görmenin gözle görmek suretinde gerçekleşeceğini savunur. Diğer ayrılık noktası ise kulun fiillerinin yaratılması konusunda gerçeleşmiştir.”[13]

Eş’ari Mutezili zamanlarından edindiği akıl yürütmeyi ve hadis taraftarlarından gelen nakli öncelemeyi birleştirmeye çalışır. Böylece Mutezile gibi nakli yok saymamış Hadis taraftarları gibi de akıl yürütmeyi ve kelamı inkâr etmeyerek İslam’ın akla uygun bir şekilde savunmasını yapmaya çalışır. Tam da bu noktada Şehristani’nin Eş’ari hakkındaki şu değerlendirmesi önem kazanmaktadır. Şehristani, fırkaları tasnif ederken yedi fasla ayırır ve Eş’ariliği, 3. Fasıl olan Sıfatiyye fırkasının içinde inceler. Şehristani’ye göre Sıfatiyye genel olarak kelamla uğraşmamasına rağmen Abdullah b. Said el-Küllabi, Ebu’l-Abbas el-Kalanisi ve el-Haris b. Esed el-Muhasibi’nin devrine gelindiğinde bunlar Selef’ten bir topluluk olarak Kelam ilmine dalmış ve Selefi akideleri kelami deliller ve usuli burhanlarla desteklemeye çalışmışlardır. Eş’ari ise bu gruba meyletmiş ve onların görüşlerini kelam yöntemleriyle desteklemeye çalışmıştır. Onun tarafından ortaya konulan bu çabalar Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebinin temellerini oluşturmuştur. Sıfatiyye ismi ise zamanla Eş’ariye’ye dönüşmüştür. [14]

Eş’ari hem Mutezili olduğu dönemlerde hem de daha sonraları birçok eser yazmıştır. Bu eserleri arasında Makalatu’l-İslamiyyin’de Müslümanlar arasında ortaya çıkan fırkaları objektif bir şekilde anlatmaya çalışır. Ona göre eser yazanlar kendi mezheplerini övmek ve diğerlerini yermek için gerçek dışı eklemeler yapmışlardır. Bundan dolayı da her şeyi olduğu gibi eksiksiz ve abartısız yazacağını söyleyerek eserine başlamıştır. Bunun dışında bize kadar ulaşan eserleri; el-İbane an Usuli’d-Diyane, el-Luma’ fi’r-Redd ala Ehli’z-Zeyği ve’l-Bida, Risale fi İstihsani’l-Havz fi İlmi’l-Kelam, Usulu Ehli s-Sünne ve’l-Cema ve Risaletu’l-İman’dır.[15]

Eş’ari’den sonra onun fikirlerini benimseyen âlimler bu fikirleri sistematik hale getirdiler ve yayılmasını sağladılar. Onun talebelerinden Ebu’l-Hasan el-Bahili ve İbni Mücahit et-Tai bu fikirlerin yayılmasında büyük gayret sarf etmişlerdir. Eş’arilik daha sonra Ebu Bekir Bakillani, İbni Fürek, Ebu Mansur Abdulkahir el-Bağdadi, İmamu’l-Harameyn el-Cüveyni, Ebu Hamid el-Gazali, Şehristani, İbn Tümert, Fahreddin Razi, Adudiddin el-İci, Beyzavi, Mesud b. Ömer et-Taftazani ve Seyyid Şerif el-Cürcanigibi âlimler sayesinde Ehl-i Sünnetin güçlü bir ekolü olarak kendisini kabul ettirmiştir.

a. 'Görüşleri

Eş’ari, el-İbane an Usuli’Diyane isimli eserinde kendi görüşlerini şu şekilde açıklamaktadır. ‘Savunduğumuz görüşler ve inanç biçimimiz, Rabbimiz olan Allah’ın kitabına, nebimizin sünnetine, sahabe, tabiin ve hadis imamlarından rivayet edilen şeylere sarılmaktır.’[16]

“Eş’ari’ye göre sıfatlar ezeli ve Zat-ı İlahi ile kaimdir. Bu sıfatların onun aynı veya gayrı olduğu söylenemez. Allah Teâlâ ilmi ile Âlim, kudret ile Kadir, hayat ile Hayy, irade ile Mürid, kelam ile Mütekellim, sem’ ile Semi ve basar ile Basir’dir.” [17]

Allah Teâlâ ahirette müminler tarafından görülecektir. Allah’ın görülmesi ibret yoluyla değil bizzat görme yoluyla gerçekleşecektir. Müminler Allah’ı gördükleri zaman kâfirler Allah’ı görmekten yoksun bırakılacaklardır. Kur’an mahlûk değildir yani yatatılmamıştır, Allah’ın kelamıdır. Her kim Kur’an mahlûktur derse kâfir olur. ‘Yüce Allah arşa istiva etmiştir. Müslümanların dua ederken ellerini semaya doğru kaldırmalarının sebebi de budur.’[18] Cennet ve Cehennem haktır. Allah arşa istiva etmiştir. Allah’ın keyfiyetsiz olarak yüzü, iki eli ve gözü vardır. Yeryüzünde ister hayır olsun ister şer olsun hiçbir şey Allah dilemedikçe gerçekleşmez. Bunlar ancak Allah’ın dilemesiyle gerçekleşir. Allah’tan başka yaratıcı yoktur. Dolayısıyla kulun fiilleri de Allah tarafından yaratılmış ve takdir olunmuştur. Kullar hiçbir şeyi yaratmaya güç yetiremezler. Hayır ve şer Allah’ın kaza ve kaderiyle gerçekleşir. Eş’ari’ye göre ehli kıbleden olan bir kimse büyük günah işlese dahi tekfir edilemez. Yani amel imandan bir cüz değildir. Kabir azabı, havz ve mizan haktır.[19]

Eş’ari’ye göre Hz. Peygamber’in bütün sahabileri değerlidir ve onlara sevgi beslemek gerekir. Hz. Peygamber’den sonra insanları en hayırlıları sırasıyla ilk dört halifedir. Hz. Osman’ı öldürenler büyük bir zulüm yapmışlar ve günahkâr olmuşlardır. Resulullah’ın cennetle müjdelediği on sahabi cennete girecektir.[20]

İmam Eş’ari’ye göre günahkâr birinin arkasında Cuma, bayram ve diğer namazlar kılınabilir.[21] Devlet başkanının iyi işler yapması ve adil olması için dua edilir. Eğer halife doğruluktan ayrılırsa ona isyan etmek caiz değildir. Sadece düzelmesi için dua adilir.

Kıyametten önce Deccal ortaya çıkacaktır. Kabir azabı ve sorgu melekleri (Münker-Nekir) haktır. Müslümanların, ölüleri için sadaka vermeleri ve dua etmeleri gerekir. Bunların ölüye faydası dokunur. Sihir var olan bir gerçekliktir. Cennet ve cehennem şu anda yaratılmış durumdadır. Her kim ölür veye öldürülürse kendi eceliyle ölmüş olur. Rızıklar Allah katındandır. O, helal olsun haram olsun kullarına rızık verir. Hz. Peygamber’in büyük günah işleyenlere şefaat etmesi haktır. Ayrıca günahkâr olan müminler cehenneme gitseler dahi cezalarını çektikten sonra cennete gireceklerdir.[22]

2.MATURİDİLİK[]

a. 'Ortaya Çıkışı

Maturidilik, 10. ve 11. Yüzyıllarda İmam Ebu Mansur el-Maturidi’nin fikirleri etrafında oluşmuş ve kurucusunun adına nispetle bu ismi almış kelami bir düşünce ekolüdür.’ [23]

‘İmam Maturidi’nin tam adı; Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mansur’dur. Doğumu kesin olarak bilinmemektedir. İmam Maturidi 333/944 yılında Semerkant’ta ölmüştür. İmam Maturidi’nin Türk olması kuvvetle muhtemeldir.’[24] ‘İmam Maturidi’nin yaklaşık olarak 238/852 yılında doğduğunu söyleyenler vardır.’[25]

‘Maturidi’nin yaşadığı dönemde, Ebu Hanife’nin itikadi ve fıkhi görüşlerinin felsefi ve teolojik temellerinin tartışıldığı ‘Daru’l-Cüzcaniye’ adıyla bilinen önemli bir eğitim merkezi bulunmaktaydı. Maturidi burada eğitim gördü. Hocası Ebu Nasr el-Iyazi’den sonra merkezin başına geçti. İlim aldığı hocalarından bilinenler, Ebu Nasr Ahmed b. Abbas b. Hüseyin el-İyazi, Ebu Bekr Ahmed b. İshak b. Salih el-Cüzcani, Nusayr b. Yahya el-Belhi ve Muhammed b. Mukatil er-Razi’dir. Bunların temsil ettiği ilmi gelenek Ebu Hanife’ye dayanmaktadır.’[26]

İmam Maturidi, kelam, fıkıf, fıkıh usulü, mezhepler ve kıraat konusunda çok sayıda eser yazmıştır. “İmam Maturidi’nin bilinen eserleri şunlardır: Te’vilatu’l-Kuran, Kitabu’t-Tevhid, Şerhu’l-Fıkhu’l-Ekber, Risaltu’n fi’l-Akide, Kitabu’l-Makalat, ed-Dürer fi Usuli’d-Din, Beyanu Vehmi’l-Mutezile, Risaletu’n fi’l-İman, Reddu fi usuli’l-Hamse li Ebu Muhammed el-Bahili, er-Reddu ala’l-Karamita, Reddu Tehzibi’l-Cedel li’l-Ka’bi, Kitabül’l–Usul (Usulü’d-Din), Reddü Eva’ili’l-Edille li’l-Ka’bi, Reddü Vaidi’l-Füssak li’l-Ka’bi, Reddü Kitabü’l-İmame li-ba’zı’r-Revafız, Meahizü’ş-Şerai ve Kitabü’l-Cedel’dir.[27]

O, bu eserlerini genelde Mutezile, Hariciler, Rafızîler, Hadis Taraftarları ve Şii-Karmatileri eleştirmek için yazmıştır. İmam Maturidi’nin bize kadar ulaşmış olan Te’vilatu’l-Kur’an isimli tefsiri ve Kitabü’t-Tevhid isimli kelama dair yazmış olduğu eseri son derece önemlidir.

Maturidi’den sonra gelen Ebu Seleme, Ebu’l-Yusr Pezdevi, Ebu’l-Muin en-Nesefi, Ömer en-Nesefi, Nureddin es-Sabuni ve İbn Humam gibi bu ekolün önde gelen bilginleri, yazdıkları eserlerle Maturidilik düşüncesinin gelişip yayılmasına katkıda bulunmuşlardır.[28]

“İmam Maturidi hem fıkhi hem de itikadi konularda Ebu Hanife’yi tartışmasız bir imam olarak kabul etmektedir. Ayrıca Maturidi Ebu Hanife’nin görüşlerinden anlaşılması zor olanları açıklamış, daha yeni delillerle güçlendirmiş ve bu zemin üzerinde akılcı-hadari bir din ve dünya görüşü oluşturmayı başarmıştır. Fıkıhta, kendisine kadar ulaşan Hanefi fıkıh ve fıkıh usulü kültürünü yeniden değerlendirmek suretiyle kendi döneminin ihtiyaçlarını karşılayacak bir fıkıh usulü inşa etmeye çalışmıştır. Yazmış olduğu eserler dolayısıyla kendi döneminde Semerkand’da Hanefi fıkhının reis olmuştur.”[29]

b. 'Görüşleri

Maturidi aklı ve nakli eserlerinde beraber kullanmış ve ikisini uzlaştırmayı başarmıştır. Ona göre akıl ve nakil dinin öğrenilmesinin esasını teşkil eden iki temel bilgi kaynağıdır.[30] İmam Maturidi, İslam düşüncesinde kendine has bir bilgi kuramı oluşturmuştur. Maturidiye göre nesne ve olayların gerçekliklerinin bilinmesine götüren yolar idrak, haberler ve istidlalden ibarettir. Yani bilgi sahibi olmanın yolları duyular, haberler ve akıl yürütmelerdir.

Bilgi edinme yollarından birincisi olan idrak, duyular yoluyla oluşur.[31] Maturidi haberi de Vahiy, Haber-i Resul ve genel haberler olmak üzere üçe ayırır. Aslında haberin Allah ve insanlar olmak üzere iki kaynağı vardır. Kaynağı bizzat Allah olan bir haber, Allah’tan Peygambere ulaşırken adına vahiy, peygamberden bize intikal ederken ise haber-i resul adı verilir. Kaynağı insan olan haber ise insanlardan kaynaklanan ve çeşitli şekillerde bize ulaşan haberlerdir. Hz. Peygamber’in Allah’tan getirmiş olduğu haberler doğru haberlerdir. Bir de bizzat Peygamber’den gelen haberler vardır ki bunlar da Mütevatir ve ahad haberler olmak üzere ikiye ayrılırlar.[32] Bu noktada Maturidi’nin kendine has olan bir Mütevatir haber tanımı da mevcuttur.

‘Maturidi’ye göre mütevatir haber, yanılmaları ve yalan söylemeleri muhtemel bulunan kişiler yoluyla Peygamber’den bize ulaşan haberlerdir. [33] Çünkü raviler, doğruluk ve masumiyetlerini kanıtlayacak bir delil veya belgeye sahip değillerdir.[34] Mütevatir olarak bize ulaşan bir haberin yalan olma ihtimali bulunmuyorsa bu haberi bizzat Peygamberden duymuş gibi hareket etmemiz gerekir. Ahad haberler ise kesinliğe ulaşmamıştır. Bu yüzden de kesin bilgi olarak değer kazanmaz. Ahad haberle amel edip etmemek gibi iki seçenek söz konusudur. Haberi vahidle amel edilebilmesi için ravilerin güvenilirliklerinin araştırılması ve haberdeki bilginin nassa aykırı olmaması grekmektedir.[35]

Bilgi edinme yollarından biri de akıl yürütmedir. Zaten duyu ve haber yoluyla bilgi elde ederken de akıl yürütmeye ihtiyacımız vardır. Örneğin Peygamberlerden gelen mucizelerle sihirbazların yaptıkları sihirleri birbirinden ayırt edebilmek için istidlale başvurmamız gerekir. Allah Teâlâ birçok ayette istidlali teşvik etmiş, düşünmeyi ve akıl yürütmeyi emretmiştir.[36]

Dini bilgiye akıl ve haberle ulaşılır. Maturidiye göre akıl yararlı ve zararlı olan şeyleri birbirinden ayırmaya yarar. Akıl dış dünyanın, onun özellik ve hikmetlerinin kavranmasını sağlayan bir bilgi kaynağıdır. Akli düşünce ile bir insan kendisini yaratmış olan yaratıcıya ulaşabilir. Maturidiye göre Allah’ı bilmek aklen vaciptir. Allah hiçbir peygamber göndermeseydi dahi, yine de onun varlığı ve birliğini ve onun kâinatın yaratıcısı olduğunu aklın bilmesi gerekirdi.[37] Dolayısıyla kendisine vahiy ulaşmayan kimse, Allah’ı bilmek konusunda sorumludur. [38] Allah cisim değildir ve O’nun için cisim kelimesini kullanmak caiz değildir. Allah için şey kelimesi kullanılabilir.[39]

Maturidi’ye göre Allah’ın sıfatları vardır. Allah’ı kadir, âlim, hay ve kerim olarak vasıflandırmak ve bunlarla isimlendirmek nakli ve akli delillerle sabittir.[40] Allah’ın bütün sıfatları zatıyla kaim kadim sıfatlardır.[41] Maturidi müteşabih ayetleri tevil eder. Ona göre İstiva’yı hâkimiyet altına alma, arş’ı da mülk anlamına aldığımızda, Allah bütün yarattıklarını hâkimiyet ve yönetimi altına alandır, anlamı çıkar.[42] Nasslarda yer alan gelmek ve gitmek gibi müteşabih kelimeler de benzer yöntemlerle te’vil edilebilir. Maturidi’ye göre istivanın arşa nispet edilmesinin iki sebebi vardır. Birincisi arşı yüceltmek içindir. İkincisi de arşın yaratıkların en azametlisi ve en heybetlisi olmasıdır. Yani Allah’ın arşa istivası dolaylı olarak bütün âleme hükmetmesi sonucunu doğurmaktadır.[43]

Allah’ın ahirette gözle görülmesi aklen caiz, naklen vaciptir.[44] Ancak bu görme işi idraksiz (ihatasız) ve tefsirsiz (görenin karşısında olmaktan, ona göre belli bir mesafede bulunmaktan ve göz ışınlarının kendisine ulaşmasından münezzeh olması) olacaktır.[45]

Peygamberlik gerekli bir kurumdur. Çünkü insan aklıyla Allah’ın varlığına ve ona itaat etmesi gerektiği sonucuna varabilir ancak dünya ve ahiret saadetine dair ne yapması gerektiğine karar veremez. Yani Allah’a nasıl kulluk yapması gerektiğini bilemez. Bu nedenle insanlara bu meseleleri peygamberler öğretirler. [46]

Maturidi, her şeyin yaratıcı Allah olduğu gibi kulun fiillerinin yaratıcısının da Allah olduğunu ileri sürer. Ona göre fiilin gerçekleşmesi için gerekli olan güç fiilin işleniş aşamasında insana verilir. Allah’ın insana verdiği bu güç iki zıt fiilin yapılmasına olanak sağlar. Örneğin dil doğruyu da söyleyebilir yalanı da. İnsan kendi iradesiyle iyiyi veya kötüyü seçer.[47]

Maturidilere göre her şey Allah’ın kaza ve takdiriyle olur. [48] İnsan fiilleri de bu kaza ve takdire göre cereyan eder. Hiçbir şey onun iradesi dışında gerçekleşmez. Ancak kulun herhangi bir eyleme yönelmesini engellememek de O’nun iradesi dâhilindedir. Dolayısıyla Allah, insanın fiillerini takdir edip yaratırken, kulun kendi iradesiyle yapacağı tercihleri esas alır. Sorumluluktan kurtulmak için kaderi bahane edip onu ileri sürmek, bu yüzden bir değer taşımaz. Sonuç olarak bir fiile yönelip onu seçmek ve yapmak, insanın elindedir.[49]

Maturidi’ye göre iman kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır. İman asıl gerçekleştiği yer kalptir, dil sadece onun bir tercümanıdır. Asıl olan kalpteki imandır. İman ve İslam ise aynı şeyleri ifade eder.[50] İman kalpteki tasdik, İslam da imanın dıştaki tezahürüdür.[51] Büyük günah işleyen kişi dinden çıkmaz dolayısıyla ebedi cehennemde kalmayacaktır. Böyle birinin ahiretteki durumu Allah’ın dilemesine kalmıştır. Allah isterse onun günahını bağışlar, isterse cezalandırır.[52]

“Ameller imanın bir parçası olmayıp[53] imanın dışında birer farzdır. Şartlı ve şüpheli iman olmaz. Bir müminin imanını ve mümin olduğunu açıkça şek ve şüpheye mahal vermeden belirtmesi gerekir. İmanın gerçekleşmesi kalbin tasdikiyle olur. Ameller imanın bir parçası olmadığı için amelleri işlemekle iman artmaz, onları terk etmekle veya günah işlemekle de azalmaz. Bütün Müslümanlar imanlarında eşittirler. İman vasfını kazanan bir kimse İslam vasfını da kazanmış olur.”[54]

Maturidi, Din-Şeriat ayırımı yapar. Ona göre din akılla bilinebilir, Şeriat ise ancak vahiyle bilinir. Aslında Peygamberlerin getirdikleri dinlerin hepsi aynıdır ve bir değişikliğe uğramamıştır. Sadece şeriatlar değişmiştir. İnsan kendi akıl yürütmesiyle hak dini bulabilir fakat şeriat konusunda bir şey elde edemez. Şeriatı ancak Peygamberler vasıtasıyla öğrenebilir.

Maturidilere göre Cemel ve Sıffin savaşlarında Hz. Ali’ye karşı savaşan sahabeler kendi içtihatlarına dayanıyorlardı fakat haklı olan Hz. Ali’dir. Çünkü o çağdaşlarının en faziletlisi ve hilafete en layık olanıdır. Ayrıca rivayet olunduğuna göre Hz. Ali’nin muhalifleri bil’ahere fikirlerinden dönmüşler ve yaptıklarına pişman olmuşlardır.[55]

İmam Maturidi, hilafetin Kureyş’e ait olmasını diyaneten değil siyaseten doğru olduğunu savunmuş ve bu görüşünü şöyle açıklamıştır: ‘Dini açıdan imam olacak kişini, öncelikle Allah’tan en çok sakınan, insanların problemlerini çözmede en basiretli ve onların yararına olan şeyleri en iyi bilen birisi olması gözetilmeli ve bu şartları taşıyan kim olursa olsun imamet ona verilmelidir.’ Maturidiye göre imamların Kureyş’ten olması fikri dini olmaktan çok siyasi ve sosyolojik bir tercihtir. [56]

Maturidiler göre ölümden sonra sorgu melekleri kabirde soru soracaklardır ve kabir azabı da haktır. kıyamet gününde cesedler tekrar diriltilecektir. Kıyamet gününde amel defterinin okunması haktır. mizan ve sırat da haktır. cennet ve cehennem şu an yaratılmış durumdadır.[57]

c. 'Eş’arilik ve Maturidilik Arasındaki Bazı Farklar

1. Eş’arilere göre Allah’ı bilmek dinen, Maturidilere göre ise aklen zorunludur.

2. Tekvin, Eşarilere göre hakiki sıfat değildir. Maturidiler ise Tekvini gerçek bir sıfat olarak kabul ederler.[58]

3. Eş’arilere göre Peygamber olmak için erkek olmak şart değildir. Maturidilere göre peygamber olmanın şartlarından biri de erkek olmaktır.[59]

4. Eşarilere göre iman artar ve eksilir; Maturidilere göre ise imanda artma ve eksilme olmaz.

5. Kesb, Eşarilere göre kulun gücünün Allah’ın takdirine yanaşmasıdır. Dolayısıyla onu yaratan da Allah’tır. Maturidiler ise kesbi, kulun kendisinde yaratılmış olan bir kudret olduğunu ve onu istediği istikamette, iyiye de kötüye de kullanabileceğini, kabul ederler.

6. Eş’arilere göre bir şeyin iyi veya kötü oluşu doğrudan akılla bilinemez. Maturidilere göre ise, güzel ve çirkin şeylerin akılla bilinmesi mümkündür.

7. Eş’arilere göre Allah’ın fiilleri için bir sebep ve hikmet aranmaz çünkü Allah, yaptıklarından sorumlu değildir. Maturidiler ise, Allah’ın fiillerinin bir hikmet ve sebebinin olduğunu söylerler; çünkü Allah, abesten münezzehtir. [60]

8. Eş’arilere göre Allah, kulun gücünün yetmeyeceği yükü ona yükleyebilir. Maturidilere göre ise kul gücünün yetmediği şeyle emrolunamaz.[61]

3. VEHHABİLİK []

Vehhabilik hareketi Necid çöllerinde Muhammed b. Abdulvehhap (1703–1792) tarafından başlatılan ve zamanla bütün Arap yarım adasına yayılan günümüzde Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi sayılan bir oluşumdur.[62] Vehhabilik, Ahmed b. Hanbel, İbni Teymiyye ve ilk çağlardaki Selefilerin görüşlerini ihya etmek ve İslam’ın özüne dönmek maksadıyla propagandasına başlamıştır. Nitekim vahhabilere göre ilk zamanlarda dinde olmayan her şey bid’at kabul edilmiş ve bu bidatlerden kurtulmak için de her yola başvurulmuştur. ‘Vehhabi adı bu harekete muhalifleri tarafından verilmiştir. Vehhabiliğe Türk tarihinde, Osmanlı halifelerine isyan etmeleri, amelleri imandan sayarak büyük günah işleyenleri tekfir etmeleri ve şiddete başvurmaları dolayısıyla, Haricilik de denmiştir. Vehhabiler kendileri için Tevhidçiler anlamına gelen Muvahhidun ismini kullanırlar. Son zamanlar da ise Selefiyye ismini tercih etmektedirler.’[63] Biz Vehhabiliğin doğuşuna etki etmeleri sebebiyle ilk Selefilikten (Hadis Taraftarları), Ahmet b. Hanbel’den ve İbn Teymiyye’den kısaca bahsetmeyi uygun görüyoruz.

a. 'Selefilik, Ahmet B. Hanbel ve İbn Teymiyye

Hadis taraftarları, sünnet ve asarı merkeze alan gelenekçi bir din anlayışını temsil edenlerin müşterek adıdır. “Bunlara daha önceki Müslümanların yolunu takip edenler anlamında Selefiyye de denmiştir. Küllabiye, Eş’ariye ve Meturidiyye kurulmadan önceki Sünnilerin bağlı oldukları mezhebe genellikle Selefiyye adı verilmiştir.”[64] İslam’ın Kitap, Sünnet, sahabe ve tabiunun sözlerinden anlaşılması gerektiğini savunurlar. Bu anlayışa göre rey ve akli istidlaller mecbur kalınmadıkça kullanılmaz.

Hadis taraftarlarından bazılarını şöyle sayabiliriz: Medine’de Malik b. Enes, Mısır’da Leys b. Sa’d, İmam Şafii, Şam’da Evzai, Kufe’de Süfyan b. Said s-Sevri.

Hadis taraftarlarına göre, iman söz, niyet ve ameldir. Yani iman dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve azalarla amel etmek veya rükünleri yerine getirmektir. Ameller imanın bir parçasıdır. İman, iyiliklerle artar, günah işlemek veya emredilenleri terk etmekle azalır. Büyük günah işleyenin durumu Allah’a havale edilir. O dilerse affeder, dilerse cezalandırır. İnsanların en hayırlıları Hz. Peygamber’den sonra sırasıyla ilk dört halifedir. Sahabelerin hepsi iyi kimselerdir ve onlara kötü söz söylenmez. Meşru imama adil olması için dua edilir ancak kılıçla isyana kalkmak yasaktır.

Hadis taraftarlarına göre Kur’an, Allah’ın kelamıdır ve yaratılmamıştır. Kelam okuma ve lafızdır. Kuranın lafzının mahlûk veya gayrı mahlûk olduğu söylenemez. Onlara göre Allah kıyamette müminlere gözükecektir ama kâfirler onu göremezler. [65]

Vahhabiliğin etkilendiği en önemli isimlerden birisi Ahmet b. Hanbel’dir. İmam Ahmet b. Hanbel, Serahs valisi Muhammed b. Hanbel’in oğludur, 164/780 yılında Bağdat’ta doğmuş, tahsil için Kufe, Basra, Medine ve Mekke’ye gitmiş, hadis araştırmaları için Horosan, Yemen ve Mağrib taraflarını dolaşmıştır. Bağdat’ta İmam Şafii’nin yanında uzun müddet kalmış, ondan ve Ebu Yusuf’tan fıkıh ve hadis dersi almıştır. Ahmet b. Hanbel, Mutezileye, Cehmiyye’ye ve Mürcie’ye şiddetle karşı gelmiştir. Kuran’ın mahlûk olmadığını savunduğu için iki sene hapiste kalmıştır. İmamın fıkıhta kendi mezhebi mevcuttur ve günümüze kadar ulşmıştır. İtikatta Selefi olsa da kendisi kelami konularda yeni fikirlere sahiptir. Selefiliği daha da darlaştırmış ve sistematize etmiştir. Bu bakımdan amelde olduğu kadar akaidde de Hanbelîlikten bahsetmek mümkündür.

Ahmet b. Hanbel’in sisteminde te’vile yer yoktur. Rey ve içtihat sahiplerine de hoş bakmamıştır. Bu nokta da Ebu Hanife’yi de eleştirdiği kaynaklara geçmiştir. Bu akide daha çok bedeviler arasında taraftar bulmuştur.

Vahhabiliğe etki eden diğer bir önemli isim de kuşkusuz İbn Teymiyye’dir. İbn Teymiyye müslümanların arasında tarikatlerin çoğaldığı ve din istismarcılarının ortalıkta dolaştığı bir dönemde yaşamış ve Ahmet b. Hanbelin yolundan giderek selef yolunu savunmuştur. İbn Teymiyye kelam sistemine eleştiriler yöneltmiş, tasavvufu yanlış yaşayanları reddetmiş, Bâtıniliği ilhad ve Şiiliği de dalalet saymıştır.

İbni Teymiyye 661/1262’de Harran’da doğmuştur. Hayatı boyunca iki yüz kişiden ders aldığı rivayet edilmiştir. On beş yaşındayken vaaz etmeye, on yedi yaşındayken de eser yazmaya başlamıştır. Genç yaştan itibaren düşüncelerini korkusuzca ifade etmiş bu yüzden de birçok kere hapse atılmıştır. İbn Teymiyye kendi zamanındaki bozulmuş ve dini kötüye kullanan tarikatlere karşı olmuştur. İbni Teymiyye Bâtınilere ve Şiilere karşı da eserler yazmıştır. Nitekim başı dertten kurtulmamış ve 728/1327 yılında Şam’da hapisteyken vefat etti.

İbni Teymiyye yaşadığı devirde ve sonraki zamanlarda büyük etki yaratmıştır. Bu etki hem birçok alanda eser vermesi hem de İbni Kayyım ve Zehebi gibi büyük âlimleri yetiştirmesinden kaynaklanmaktadır. İbn Teymiyye fıkıhta müçtehit ve itikatta da imam olacak bir kapasiteye sahiptir. Hanbelî olduğu halde bu mezhebe muhalif fetvaları vardır.

İbni Teymiyye akıl-nakil ilişkisinde nakli önceler. Nakil akla hitap eder fakat ikisi karşı karşıya gelirse nakil tercih edilir. İbn Teymiyye’nin nakli esas alan bu sistemi onu, Tevhid’in yalnız imandan ibaret olmayıp amelle beraber olduğu neticesine götürmüştür. Ona göre Tevhid Allah’ın varlığına ve birliğine imandan ibaret değildir. Mekke müşrikleri de yeri, göğü yaratan Allah’ın varlığına iman ederlerdi, fakat bir takım vesileler ittihaz ederler ve ibadetlerini aracılarla yaparlardı. Müslümanlığın tevhidi, ibadetleri doğrudan doğruya Allah’a yapmak, mabudun birliğini tanımaktır. Bu ise duayı Allah’a yapmak, şefaati onda istemek ve vesile ittihaz etmemekle olur. Zira hidayet Allah’tandır, Peygamber şahit ve tebliğ edicidir. Allah’a has olan şeyleri Peygamber’e, Peygamber’in kabrine ve diğer kabirlere teşmil etmek şirkten başka bir şey olamaz.

İbni Kayyım el-Cevzi, hocasının bu esasına dayanarak tevhidi ikiye ayırır. Biri tevhidi marifet ve isbattır ki Allah’ın birliğine imandır; diğeri ise tevhid fit-talep ve’l-kasd’dır ki bu da bütün ibadetleri Allah’a tahsis etmek ve bunları fiilen vücuda getirmektir.[66]

b. 'Muhammed b. Abdulvehhab ve Vehhabiliğin Ortaya Çıkışı

Muhammed b. Abdulvehhab, Necid’de Beni Temim kabilesindendir. 1703 yılında Uyeyne’de doğmuş ve 1791 yılında Der’iye’de ölmüştür. ‘Babası Arap kabilelerinin önde gelenlerinden Temim boyundan Abdülvehhab b. Süleyman’dır.’[67] İlk tahsilini babasının yanında yapmış, sonra Medine’ye giderek Şafii imamlarından Muhammed b. Süleyman el-Kürdi’nin ve Hanefi imamlarından Şeyh Muhammed Hayat’ın ve Hanbelî âlimlerinden bazılarının derslerine devam etmişti. Oradan Mekke’ye ve Şam’a giderek tahsilini tamamlamıştır. O müslümanların zahirde bir problemleri yokmuş gibi gözüktüğünü fakat asıl itibariyle İslam’dan uzaklaşıldığını ve biran önce saf islama dönülmesi gerektiğini savunuyordu. Ona göre müslümanlar dinlerine bidatlar karıştırmışlar ve bunun da farkında olmadan yaşamaktadırlar.

Muhammed b. Abduvahhap fikirlerini yaymak için bir hayli uğraşmış ne var ki bedevilerin dışında taraftar toplayamamıştı. Sonunda şansı yaver gitti ve nüfuslu bir kabile reisi olan Muhammed b. Suud’un taraftarlığını kazandı. Aslında İbn Abdulvahhabın fikirleri Muhammed b. Suud’un da işine geliyordu çünkü bu yeni fikirleri yayarken durumu kendi iktidarı için kullanabilecekti. Yani Vehhabi fikirleri yayılacak ve Suudi hâkimiyet de bunu destekyecekti. Vehhabi hareketi Muhammed b. Abdulvahhab’ın dini görüşlerini yaymak ve Suud ailesinin iktidarını güçlendirmek için kullanıldı. Birçok Hanbelî âlim bu fikirleri kabul etti. Vehhabiler, Mekke ve Medine’nin hâkimiyetini ele geçirdiler. Kâbe’yi tavafa gelen hacıları menettiler ve mallarını ganimet saydılar. Onlara göre kendilerinden olmayanların malları helal kılınmıştı. Bu bakımdan Haricilerin yüz yıllar önce düştüğü hatalara bunlar da düştüler ve müslüman halka zulmettiler. Ayrıca Ahmet b. Hanbel, İbni Teymiyye ve Muhammed b. Abdukvahhab’ın eserlerinin dışındaki kitapların okunması yasaklandı. Tevhid risalesi akaid kitabı olarak benimsetildi. Osmanlı devleti’nin çöküş dönemleri olduğundan merkezi idare zayıflmış ve bunlara müdahale edememişti. Nihayet mısır valisi Mehmet Ali Paşa hâkimiyeti tekrar ele geçirdiyse de ilerleyen süreçte vahhabiler tekrar güçlendiler. Özelllikle 1. Dünya savaşından sonra Arap yarımadasında kurulan Suudi Arabistan Krallığı Vehhabiliği resmi mezhep olarak kabul etmiştir. Dahası bu mezheplerini diğer İslam ülkelerin de yaymak için büyük gayret göstermektedirler.

Muhammed b. Abdulvahhab bilindiği gibi selefilerin yolundan gitmiştir. Fakat onun selefe uyması onların bütün görüşlerini taklit ettiği anlamına gelmemelidir. Nitekim Muhammed b. Abdulvahhab özellikle yolundan gittiği Ahmet b. Hanbel ve İbni Teymiyyenin bir takım görüşlerine uymamış ve kendi fikirlerini ortaya koymuştur.

Ebu Zehra’ya göre, Vehhabiler, inanç hususunda, İbn Teymiyye’nin görüşlerine bir şey ilave etmiş değillerdir. Ancak bunlar, İbn Teymiyye’den daha katı davranmışlar ve onun eserlerinden, onun temas etmediği bir kısım sonuçlar çıkarmışlardır.[68] Yörükan da Vahhabiliğin mstakil bir mezhep olduğunu söyler ve şu açıklamayı yapar:

“ Muhammed b. Abdulvahhab, akıl ve nakil meseleleriyle asla meşgul olmaz. O aklı tamamen bir kenara atar. Ona göre akıl ile naklin muvafakatı bahis mezuu olmadığı için müteşabih ayetler olduğu gibi manası ile kabul edilir. O bu konuda Ahmet b. Hanbel ile birleşir, Selef’ten ve İbni Teymiyye’den ayrılır. Amel imanda dâhildir esasını alarak İbni Teymiyye’nin ibadelerin Allah’a yapılması manasına tevhid bahsi üzerinde ısrarla durur ve buna tevhid-i ameli adını verir. Bunlara bir de Bid’at’lar ve tevessülü terk esaslarını ilave eder. Bunlar, onun Selef ve Hanbelî yolunda olduğu halde onlardan nerelerde ayrıldığını göstermektedir. Ona göre Peygamber devrinde olmayan her şey bid’at ve dalalettir. Hâlbuki İmam Ahmet kelam yapmış, dinde münakaşa kabul etmiştir. Vakıfların bir kısmını kabul etmiştir. İbni Teymiyye ise akıl ile naklin muvafakatini söylemiş ve din felsefesi yapmıştır. Muhammed b. Abdulvahhab’a göre bunlar tamamen bid’attır. Görülüyor ki Vahhabilik bazı easalarda Seleften, bazı esaslarda Ahmet b. Hanbel’den, bazılarında ise İbni Teymiyye’den ayrılmış ve ayrıldığı yerde ifrat ve taassup cihetini tutmuştur. Esaslardaki bu ayrılığa binaen vahhabiliği yeni bir mezhep telakki etmek icap eder.”[69]

‘Vehhabiler, özellikle son zamanlarda kendi aralarında Cihadi Selefiler ve Suudi Selefiler olarak iki gruba bölünmeye başlamışlardır. Cihadi Selefiler, iman nazariyesinde, bid’atler konusunda, usul ve fıkıhta geleneksel Selefi menhece sadık kalmakla beraber; tekfir, siyaset, emr-i bi’l-ma’ruf ve fiili cihat konularında farklılaşan akıma verilen isimdir. Suudi Selefiyye ise emera-ulema işbirliğini zaruri gören ve 1744 Dir’iye ittifakının mevcut Suudi yönetimi ile ulema arasında yaşatılmasını dinin menfaati açısından zaruri sayan Selefi ulema ve onların takipçileridir.’[70]

c. 'Görüşleri

‘Vehhabiliğin itikadi ve siyasi görüşlerinin özünü ve hareket noktasını, Muhammed b. Abdülvehhab’ın Tevhid anlayışı ve onun etrafındaki şirk, bidat ve şefaat görüşleri oluşturur.’[71]

Vahhabileri görüşlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Aklın delil olması bahis mevzuu değildir.

2. Kitap kat’i delildir. Hadislerde (Kütübü Sitte’de olanlar) dirayeten ve rivayeten sabit olurlarsa delil olur. Şia’nın, Tarikatçıların, kelamcıların, ahlakçıların isnat ettikleri hadisler mutlak surette mevzudur, delil olamaz. Kuran ve Hadise dayanan icma ve içtihat muteberdir, başkası değil.

3. Müteşabih ayetler delildir, zahirine göre mana verilir. Bunları te’vil yolu ile tefsir küfürdür.

4. Amel imanda dâhildir, buna tevhid-i amali (Tevhidi mabudiyet) denir.

5. Allah’ın sıfatları hakiki sıfatlardır.

6. Tevessül küfürdür. Allah’tan başka herhangi bir şeyden, meleklerden, Peygamberlerden ve ruhlardan yardım istemek küfürdür. Peygamberden şefaat umulamaz.

7. Peygamberin ve Kuran’ın tebligatının dışında dine giren şeyler bid’attır. Bu bidatlerden ibadetlere ve itikada girmiş olanlar küfür, ahlaka ve adetlere girmiş olanlar dalalettir. Kabirler üzerine kubbe yapmak, onlara adak adamak küfürdür, ziyaret etmek dalalettir.

Bu inanç esaslarının dışında bazı konulardaki fikirleri de şöyledir. Vakıf müessesesi batıldır. Namazın cemaatle kılınması farzdır. Sigara ve nargile içenlere; içkide olduğu gibi kırk değnek vurulur. Müslümanlığı tevhid-i ameli akidesine göre yaşamayanların kestikleri yenmez ve bu gibilere harp ilan edilir. Zekât vergidir, hükümetin vergi almadığı mallardan da zekât vermek gerekir.

Vahhabi inancının peygamberden sonra ortaya çıkan herşeyi bidat sayması büyük karışıklıklara sebep olmuştur. Onlara göre kelam, felsefe ve tasavvufla iştigal etmek bid’attir. Kuran ayetlerinde fazla derinleşmeye gerek yoktur. Kelamullah, kader ve kıyametle ilgili konularda soru sormak dahi bid’attir. Namazlardan sonra tesbih çekmek, minare yapmak, el öpmek gibi şeyler de bid’at sayılır.

Vahhabilere göre Peygamberin sakalı şerifine ve hırkasına saygı göstermek de bid’attır. Çünkü Hz. Ömer, Rıdvan ağacına fazla saygı gösterilmesi üzerine onu kestirmiştir. Peygambere salâvat getirilir ancak seyyidina ve mevlana kelimeleri kullanılmaz.

Allah’a şirk koşmanın bir de manevi olanı vardır. Gösteriş için namaz kılmak bu nevidendir. Mehdi inancı, Hızır ve İlyas’ın yaşadığına inanmak, şeyhlere rabıta yapmak da şirk sayılır.

Şüphesiz Vehhabilerin en çok karşı çıktıkları gruplar tarikatler ve batınilerdir. Onlara göre tarikatler İslam dininin parçalanması ve yok edilmesi için kötü niyetli kişşiler tarafından kurulmuşlardır. Tarikatlerde yapılan uygulamalar bid’attir ve şirktir. Tarikat şeyhleri de insanları din adına sömüren kişilerdir. Ayrıca bunlar İslam’da olmayan ruhban sınıfını meydana getirmektedirler.

B. FIKHİ BOYUTU[]

Sünniliğin itikadi boyutunun yanında bir de Fıkhi boyutu vardır. Sünnilere göre amelde dört tane hak mezhep günümüze kadar varlığını sürdürebilmiştir. Bunlar Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbelî mezhepleridir. Fıkhi mezhepler, Hz. Peygamberin vefatından sonra ortaya çıkan ameli meselelerin müctehid imamlar tarafından çözüme kavuşturulması ve bu çözümlerin halk tarafından kabul görüp taklid edilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. “Sünni kesimde günümüze kadar yaşamayı başaran fıkhi oluşumlar Hadis taraftarları ve Rey taraftarlarıdır. Rey taraftarları Hanefiler; Hadis taraftarları ise Malikiler, Şafiiler ve Hanbelîlerdir. Rey taraftarları meselelerin çözümünde akla ve akli çözüme daha fazla önem vermişlerdir. Hadis taraftarları ise zorunlu kalmadıkça rey kullanmaktan kaçındılar. Re’yi hadis veya metin merkezli kullanmayı tercih ettiler.”[72]

1. 'HANEFİLİK[]

Hanefilik, Kufe’deki re’y ekolünün öncülerinden İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye nispet edilen ve Ehl-i Sünnet içerisinde ilk sistemleşen fıkhi mezheptir. Ebu Hanife ve öğrencileri, itikadi ve fıkhi konulardaki meselelerin çözümünde re’yin kullanımına ağırlık verdikleri için muhalifleri tarafından Re’y taraftarları, iman konusundaki görüşleri sebebiyle de Kufe Mürciesi veya Fukaha Mürciesi olarak isimlendirilmişlerdir.[73] Şunu da belirtmek gerekir ki kılasik mezhepler tarihi eserlerinde Ebu Hanife bir Mürcii olarak geçmektedir. Eş’ari, Bağdadi ve İbn Hazm onu Mürcie’den sayarlar. Örneğin Eşari Mürcie’nin 12 fırkaya ayrıldığını ve 9. Fırkayı Ebu Hanife’nin taraftarlarının oluşturduğunu iddia eder. [74]

“Hanefi mezhebinin kurucusu Numan b. Sabit 80/699 yılında Kufe’de doğmuştur.[75] Künyesi Ebu Hanife’dir ve mezhep ismini buradan almıştır. Ebu Hanife, küçük yaşta Kuran’ı ezberlemiş ve eğitimini Irak’ın ileri gelen fıkıh âlimi Hammad b. Ebi Süleyman’dan almıştır.[76] “O, hocası Hammad b. Ebi Süleyman kanalıyla İbrahim en-Nehai, Şa’bi, Alkame b. Kays, Kadı Şureyh ve Esved’in ilim mirasına ve onlar aracılığıyla da Abdullah b. Mesud, Hz. Ali ve Hz. Ömer gibi sahabelerin din ve ilim anlayışına vakıf olmuştur.”[77] “Ebu Hanife ilim tahsil ederken dört çeşit fıkhı öğrenmeye gayret etmiştir. Maslahata dayanan Hz. Ömer’in fıkhı, Şer’i hakikatleri araştırıp ortaya koymak için yapılan istinbata dayanan fıkhı, tahrice dayanan Abdullah b. Mes’ud’un fıhhı ve Kuran ilmi olan Abdullah b. Abbas’ın fıkhını.”[78]

Ebu Hanife hocası vefat edene kadar onun derslerine katılmış ve hocası vefat ettikten sonra görevi devralmıştır. Ders halkasında kırk yaşında ders vermeye başlayan Ebu Hanife, yaklaşık otuz sene bu görevi devam ettirmiş ve dört bini aşkın talebe yetiştirmiştir. Bu talabelerden kırk kadarı da içtihad yapma derecesine ulaşmıştır. “Ebu Hanife fıkhi konularda olduğu kadar itikadi konularda da yetkili merci olmuştur.”[79] Ebu Hanife’nin eserleri; el-Fıkhu’l-Ekber, el-Fıkhu’l-Ebsat, Kitabu’l-Âlim ve’l-Müteallim, Kitabu’r-Risale, el-Vasiyye, el-Kasidetu’l-Numaniyye, Marifetu’l-Mezahip ve Müsnedü’l-İmam Ebi Hanife’dir. “[80]

Ebu Hanife bir konuda karara varmadan önce takip ettiği yolu şöyle açıklamaktadır. ‘Ben Allah’ın kitabıyla hüküm veriyorum. Kitap’ta bulamazsam sünnete sarılıyorum. Kitap’ta ve Sünnet’te bir hüküm bulamadığım zamanlarda da sahabilerin sözlerine bağlanıyorum. Yalnız sahabilerden istediğim kimselerin sözlerini alıyor, istemediğim kimselerin sözlerini almıyorum. sahabilerin sözlerinin dışına da çıkmıyorum. Fakat iş, İbrahim Nehai, Şa’bi, İbn Sirin, Ata ve Said b. El-Müseyyib’e gelince; onlar nasıl içtihad yapmışlarsa ben de öyle içtihad yapıyorum.’ Ebu Hanife’nin içtihad ederken kullandığı deliller şunlardır. Kitap, Sünnet, Sahabilerin sözleri, kıyas, istihsan, icma ve örftür.[81]

Ebu Hanife, daha çok fıkıh alanındaki imamlığıyla tanınmış olsa da aslında o itikatta da büyük bir imamdır. Ebu Hanife’nin, itikadi konularla ilgili görüşleri bize talebeleri yoluyla ulaşmıştır. İlk dönem mezhepler tarihi yazarları onu mürcii olarak nakletmişlerdir. Bu noktada selefiler özellikle de Ahmet b. Hanbel Ebu Hanife’yi eleştirmiştir. Her ne kadar onu mürcieden saymışlarsa da bunun isabetli olmadığını göstern deliller de mevcuttur. Bizzat Ebu Hanife Mürcienin görüşlerini eleştirmiş ve aksi fikirleri savunabilmiştir. Örneğin günahlar konusunda ‘Mürcie’nin dediği gibi, iyiliklerimiz makbul, kötülüklerimiz de affedilmiştir, demeyiz’ diyerek mürciilerle aynı görüşte olmadığını belirtmiştir.[82] Ebu Hanife’yi eleştirmelerinin sebebi onun ameli imandan bir cüz saymamasıdır. ‘Ebu Hanife’ye göre iman; tasdik, marifet, yakin ve ikrardır.’[83] Ebu Hanife Tevhidin; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, hesap, mizan, cennet ve cehenneme inanmaktır.[84] Ebu Hanife’nin itikadi konulardaki görüşleri kendisinden sonra Maturidi tarafından geliştirilmiş ve bir itikadi mezhep hüviyetine dönüşmüştür. Zaten Maturidi, Ebu Hanife’nin yolundan gittiğini vurgulamıştır.

Ebu Hanife’nin en gözde talebeleri İmam Ebu Yusuf, Zufer b. Huzeyl ve İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybani’dir. Bunlar Hanefi fıkhının sistemleşmesinde ve yayılmasında etkin olan en önemli isimlerdir. Ebu Yusuf’un Harun Reşid zamanında Kadı’l-Kudat’lık yapması ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybani’nin Zahiru’r-Rivaye olarak anılan ve Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve kendisinin görüşlerini barındıran eserleri kaleme alması Hanefi ekolünün yayılmasında büyük rol oynamıştır. Zahiru’r-Rivaye, şu eserlerden oluşmaktadır: el-Mebsut (el-Asl), el-Camiu’s-Sağir, el-Camiu’l-Kebir, ez-Ziyadat, es-Siyeru’s-Sağir ve es-Siyeru’l-Kebir.

2. 'MALİKİLİK[]

Malikilik, Hicaz Ehl-i ve Hadis taraftarlarının öncülerinden Malik b. Enes’e nisbet edilen ve Fıkıh anlayışında Medinelilerin sünnet düşüncesinin ve uygulamalarının etkin olduğu fıkhi bir ekoldür. Malikiyye ya da Maliki mezhebi olarak isimlendirilen ekol, ismini kurucusu imam Malik’ten almaktadır.[85]

Malik b. Enes, 93/712 yılında Medine’de dünyaya geldi. Medine o dönemde Peygamber’in hadisleri, sahabe ve tabiunun fetvalarının merkezi idi. Malik b. Enes, İbn Hürmüz, İbn Ömer’in azatlısı Nafi’, İbn Şihab ez-Zühri ve Yahya b. Said’den ders aldı. Olgunluk çağına gelince Mescid-i Nebevi’de ders ve fetva vermeye başladı. Döneminde Medine fıkhının imamı olarak tanındı. Birçok öğrenci yetiştiren Malik b. Enes 179/795 yılında Medine’de vefat etti. [86]

İmam Malik içtihad ederken önce Allah’ın kitabına sarılırdı. Kitapta bir nass bulamazsa sünnete sarılırdı. Ona göre Peygamber’in hadisleri, sahabilerin fetva ve hükümleri ile Medinelilerin ameli de sünnete dâhildir. Sünnetten sonra kıyas gelir. Kıyasla birlikte maslahat, seddü’z-zerayi, örf ve adetler yer alır.[87]

Maliki mezhebinin temel kaynaklarının başında İmam Malikin derslerine devam eden öğrencilerinin aldıkları notların kitaplaşmasıyla ortaya çıkan el-Müdevvene, Utbiye, el-Vediha ve’l-Mevvaziyye adlı eserler gelmektedir. Bunlardan el-Müdevvene fıkhi konulara göre düzenlenmiştir ve meşhur olmuştur. Bu eserde İmam Malik’ten rivayet olunan fetva ve kaviller, takipçilerinin onun usulüne göre yaptıkları içtihatlar, fıkha dair hadisler ve birçok Maliki âlimin görüşleri yer almaktadır. İmam Malik’in fıkhi metodolojisinin temel prensiplerini ortaya koyan Muvatta adlı eseri ise Medine tatbikatı, ashap ve tabiun fetvaları ve İmam Malik’in fetvalarından oluşmaktadır. Mezhebin sonraki dönem Maliki geleneği tarafından kabul gören iki önemli kaynağı Abdullah b. Ebi Zeyd el-Kayravani’nin en-Nevadir ve’z-Ziyadat ale’n-nevadir ve Halil b. İshak’ın el-Muhtasar isimli eserleridir.[88]

3. 'ŞAFİİLİK[]

Ebu Abdillah Muhammed b. İdris eş-Şafii, Kureyş kabilesine mensup olup nesebi, üçüncü kuşakta Hz. Peygamber’in nesebiyle birleşmektedir. Annesi Yemen bölgesindeki Ezd kabilesine mensuptur. İmam Şafii, Mekke’den Filistin’e göç etmiş bir anne-babanın çocuğu olarak 150/767 yılında Gazze’de dünyaya gelmiştir. Küçük yaşta Mekke’ye getirilmiş ve burada büyümüştür. İmam Şafii burada iyi bir eğitim almıştır. Mekke’de şehrin müftüsü Müslim b. Halid ez-Zenci, Süfyan b. Üyeyne, Davud b. Abdirrahman el-Attar gibi âlimlerden ders almıştır. İmam Şafii genç yaşta Medine’ye gitmiş ve İmam Malik’in talebesi olmuştur. İmam Şafii ilerleyen yıllarda büyük Hanefi hukukçusu Muhammed eş-Şeybani’den de ders almıştır. İmam Şafii birçok meşhur öğrenci de yetiştirmiştir. Bunlar, Ahmet b. Hanbel, Hüseyin b. Ali el-Kerabisi, Ebu’l-Hasan Muhammed b. Sabah ez-Za’ferani, Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Haris b. Sureyc en-Nakkal ve İshak b. Rabaveyh’tir. [89]

İmam Şafii, 204/820’de Fustat’ta 54 yaşında iken vefat etmiştir. İbn Nedim, el-Fihrist’inde İmam Şafii’ye yüzden fazla eser nispet etmektedir. Şafii’nin bilinen eserleri er-Risale, el-Hucce veya el-Mebsut, Kitabu’l-Bağdadi ve el-Ümm’dür.[90]

İmam Şafii’ye göre, fıkhi meselelerde çözüm bulabilmemiz için faydalanacağımız beş kaynak blunmaktadır. En başta kaynak olarak Kitap ve Sünnet kullanılır. Hakkında Kitap ve Sünnette bir hüküm bulunmayan meselelerde icmaya bakılır. Üçüncü kaynak sahabilerin söylemiş oldukları sözlerdir. Dördüncüsü sahabilerin ihtilaf ettikleri sözlerdir. İmam Şafii bu durumda kitaba ve sünnete en çok uyan sözü kabul eder. Beşincisi ise kıyastır. İmam Şafii bütün hadis rivayetlerine önem vermiştir. Ona göre iyi bir araştırmanın sonunda güvenilir bir raviden geldiği anlaşılan haberi vahidle de amel edilebilir.[91] İmam Şafii peygamberden gelen haberlere kesin olarak uyulması gerektiğini ve bunlara uymanın farz olduğunu söyler.[92] İmam Şafii, icmanın delil olmasını ise İslam ümmetinin ya da âlimlerinin yanlış üzerinde birleşmeyecekleri ve doğruyu bulacakları tezi üzerine bina eder.[93]

İmam Şafii’nin mezhebi iki devreye ayrılır. Birinci devre Bağdat’ta yaymış olduğu mezheptir. İkinci devre ise Mısır’a gelmesinin ardından bazı görüşlerini değiştirmesi nedeniyle oluşan mezheptir. Şafii Mısır’da yazdığı kitaplarla Bağdat’ta yazdığı kitapları bir bakıma neshetmiştir. ‘Bağdat’ta yazdığım kitapları benden kimsenin rivayet etmesine cevaz vermiyorum demiştir.’[94]

4. HANBELÎLİK[]

Ahmet b. Hanbel fıkıhta Hanbelî mezhebinin kurucusudur. Selefiler onu itikaddaki imamları olarak da kabul etmişlerdir. Nitekim vahhabilik hareketinin de örnek aldığı iki şahıstan birisi Ahmet b. Hanbel’dir. Ahmet b. Hanbel’in hayatından ve itikadi görüşlerinden Vahhabilik konusunda bahsettiğimiz için burada sadece fıkhi yönünü ele alacağız. Esasen Ahmet b. Hanbel fıkıhta takip ettiği usulü itikadda da aynen benimsemiştir, denilebilir. Ona göre, delillerin kaynağı, Kitap, Sünneti, İcma ve sahabelerin fetvalarıdır. Yerine göre mürsel ve zayıf hadisler de delil olarak kullanılabilir. Kıyas ise hemen hiç iltifat etmediği bir delil kaynağıdır.[95]

C. 'SÜNNİLİĞİN GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU

Günümüzde Müslümanların %85-90’ını itikatta Eş’ariler ve Maturidiler oluşturmaktadır. Eş’arilik genelde Arap dünyasında, Maturidilik ise Türk dünyasında hâkim durumdadır.

‘Sünni Müslümanların %13’ünü oluşturan Malikilerin hemen hemen tamamı ile %33’ünü teşkil eden Şafiilerin dörtte üçü, Hanefilerle Hanbelîlerin çok az bir kısmı inançta Eş’ariyye mezhebini benimsemişlerdir. Eş’arilik daha çok Endülüs, Hicaz, Kuzey Afrika, Mısır, Irak, Suriye ve Endonezya’da yayılmıştır.’[96]

‘Bugün Sünnilerin yaklaşık olarak yarısını oluşturan Hanefilerin büyük bir çoğunluğu inançta Maturidi mezhebine bağlıdırlar. Maturidiyye, Türkiye, Balkanlar, Orta Asya, Çin, Hindistan, Pakistan ve Eritre’de yayılmıştır. Genellikle Türkler, fıkıhta Hanefi, inançta Maturidi’dirler.’[97]

Fıkıhta Şafii ve Malikiler, itikatta Eş’ari mezhebinden; Hanefiler ise çoğunlukla Maturidi mezhebindendir.

Hanbelîler kendilerinin itikatta Selefi olduklarını söylerler. Günümüzde Selefilik, Vahhabiler tarafından benimsenmektedir. [98] ‘Suudi Arabistan’ın desteğiyle Selefilik, Arap ülkeleri, Afrika ülkeleri, Hindistan, Pakistan, Afganistan, Balkan ülkeleri, Türk Cumhuriyetlerinde, Malezya ve Endonezya’da kendisine taraftar bulmaya çalışmaktadır. Selefi din söylemi, Ahmet b. Hanbel, İbn Teymiyye, İbn Kayyım el-Cevzi ve İbn Abdilvehhab’ın eserleri yoluyla propaganda edilmektedir.

Son dönemlerde Suudi Arabistan yönetimi ve Vehhabilik arasında ciddi gerilimler yaşanmaktadır. Selefilik, Suudi hükümetini eleştiren ve cihadı öne çıkaran Cihadi Selefilik ve Suudi hükümetine bağlılığını sürdüren Suudi Selefilik olarak yeni bir yapılanma sürecine girmiş bulunmaktadır.’[99] Hanbelîlik günümüzde başta Hicaz olmak üzere Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’da bir hayli taraftar bulmuştur. Hanbelî mezhebi bugün Suudi Arabistan’da resmi mezhep konumundadır.

“Hanefilik günümüzde Türkiye, Afganistan, Pakistan, Irak, Türkî Cumhuriyetler ve Türkistan gibi Orta Asya ülkelerinde; Arnavutluk ve Bosna-Hersek’te oldukça yaygındır. Bulgaristan ve Romanya Müslümanları, Çin, Mançurya ve Japonya Müslümanları; Hicaz, Suriye ve Yemen’deki bazı Müslümanlar da Hanefi mezhebine mensuptur.”[100]

Malikilik günümüzde Mısır’da, Kuzey Afrika’da (Tunus, Cezayir, Fas) ve Sudan’da yaygındır. Hicaz bölgesinde ise Malikilerin sayısı oldukça azdır. Şafiilik günümüzde Mısır, Suriye, Irak, Horasan ve Maveraünnehir’de, ülkemizde ise güneydoğu ve doğu Anadolu bölgesinde yaygıdır.[101]


















İKİNCİ BÖLÜM

ŞİİLİK

A. 'ŞİİLİĞİN ORTAYA ÇIKIŞI VE FIRKALARA AYRILIŞI

Şia, Ali b. Ebi Talib’in Hz. Muhammed’den hemen sonra nass ve tayinle halife olduğuna inanan, imametin insanlığın sonuna dek, Ali’nin soyundan devam edeceğini ileri süren, bu imamların masum olduklarını iddia eden toplulukların müşterek adıdır.” [102]

Şiiler, mezheplerinin doğuşunu Hz. Peygamber’in zamanına kadar götürmektedirler. Onlara göre Gadir-i Hum olayı bunun en büyük delilidir. Şiiler, Ali b. Ebi Talib’in hilafetini ayetlere ve hadislere dayandırırlar. Şii makalât yazarlarına göre ilk ortaya çıkan İslam mezhebi Şia’dır. “Bütün fırkaların aslı toplam olarak dörttür: Şia, Mutezile, Mürcie ve Havaric. İlk ortaya çıkan fırka Şia’dır. Şia, Ali b. Ebi Talib’in fırkası olup, Nebi zamanında “Ali Şiası (Ali taraftarları) adı verilenlerin, ondan sonra da sadece Ali’ye bağlılıklarıyla tanınan ve onun imametine inananların meydana getirdiği bir fırkadır.”[103] Şiiliğin ortaya çıkan ilk İslam mezhebi olduğu iddiasına Ebu Zehra da katılır. “Ona göre Şiilik, Hz. Osman’ın son zamanlarında ortaya çıkmış ve Hz. Ali’nin döneminde gelişip yayılmıştır.”[104]

Onat’a göre Şiiliğin doğuşu şu şekşilde gerçekleşmiştir: Hicri birinci asırda, Ali’nin Fatıma’dan olan soyu etrafında herhangi bir Şii farklılaşma söz konusu değildir. Ne imametin nass ve tayinle olacağı şeklinde bir fikir vardır; ne de bu imamların masum oldukları fikri vardır. Daha sonra Şiilik olarak yorumlanan olaylar, o dönem koşullarında Arapların bir iç meselesi olarak anlaşılmalıdır. İlk Şii fikirler, hicri birinci asrın son çeyreğinde, yavaş yavaş teşekkül etmeye başlamıştır. Bunlar Vasilik, Mehdilik ve Rec’at gibi fikirlerdir; özellikle Mevali adı verilen gayri Araplar arasında yayılma imkânı bulmuştur. Bu fikirler hicri ikinci asırda, Hz. Ali’nin soyuyla irtibatlandırılmış eski Sasani kültüründen gelen bazı motiflerle de bütünleşerek karşımıza Şiilik olarak çıkmıştır. Şiilik doğrultusundaki farklılaşmaların odak ismi olarak karşımıza Muhammed b. el-Hanefiyye çıkmaktadır. Onun ismi etrafındaki bazı kurgular, ölmediği, Radva Dağı’nda gizlendiği, bir gün insanlar arasına geri dönerek yeryüzünü adaletle dolduracağı şeklindeki inançlar, ilk Şii farklılaşmalar olarak kabul edilebilir.

Şia genel olarak Hz. Ali ve soyu etrafında görüşlerini geliştirerek ortaya çıkmış ve Sasani kültüründen etkilenmiştir. Zaten masum imam ve Mehdilik anlayışları aslen İslam dininde bulunmamaktadır. Bunlar tarihi seyir içerisinde diğer din ve kültürlerden, mezhepler veya dini gruplar yoluyla İslam’ın içine girmiş inançlardır.

Şia genel olarak siyasi-karizmatik liderci din söylemine sahiptir. Fars kültüründeki “hükümdar anlayışı” Hz. Ali ve soyu üzerinden İslam’a sokulmuştur. Böylece siyasi fikirler itikadileştirilmiş ve imamet bir inanç esası haline getirilmiştir. Şia devlet başkanlığını siyaset kurumundan soyutlayarak dinselleştirmiştir. Böylece bütün tarihsel-siyasi olaylara büyük anlamlar yüklenmiş ve günümüze kadar taşınmıştır.

Şiiliğin kendine has öğretileri hicri ikinci asırda oluşmaya başlamıştır. Ancak bu devirde tartışılan konu hilafet merkezlidir. Masum on iki imam inancı daha sonra vücut bulmuştur.

Genel olarak bütün Şiilerin kabul ede geldikleri bazı inanışlar vardır. Bunlar; Vasiyet, ismet, Ric’at ve Takiyye’dir. Vasiyet, Hz. Ali’nin bizzat nas ve Peygamberin vasiyetiyle halife tayin olmasıdır. Bu durum daha sonraki imamlar için de geçerlidir. İsmet, Hz. Ali’nin ve onun soyundan gelen imamların her türlü hatadan uzak olmalarıdır. Ric’at, gizli imam bir gün dönüş yapıp tekrar ortaya çıkacak, yapılan zulümlere son verip dünyayı adaletle dolduracaktır. Bu ric’at inancı aynı zamanda Mehdilik inancının da temelini oluşturur. Takiyye, tehlikeli durumlarda Şiilik inançlarını gizli bir şekilde yaymak ve yaşamaktır. Şiilik daha çok Emeviler döneminde olmak üzere siyasal ve sosyal baskılardan korunmak için takıyyeye başvurmuşlardır. Takıyye zamanla Şiiler için bir yaşam biçimi ve hatta dini bir gereklilik olmuştur.[105]

Eş’ariye göre Şia üç sınıfa ayrılmıştır. Bu üç grup Galiyye, Rafıza ve Zeydiyye’dir. Bunlardan birinci grup Galiye’dir. Bunlara Ali hakkında aşırı gittikleri ve ifrata varan sözler söyledikleri için bu isim verilmiştir. Bunlar on beş fırkaya ayrılmıştır. Bu on beş fırka şunlardır: Beyaniyye, Cenahiyye, Harbiyye, Muğiriyye, Mansuriyye, Hattabiyye, Muammeriyye, Beziğiyye, Umeyriyye, Mufaddaliyye, Ruhu’l- Kudüs’ün Hz. Peygamber bulunduğunu söyleyenler, Hz. Ali’nin İlahlığını iddia edenler, Şurayiyye, Sebeiyye ve Muvaffıza’dır.[106]

İkinci grup Rafızîlerdir. Bunlar Ebu Bekir’in ve Ömer’in hilafetini kabul etmezler. Rafızîlere göre Ali b. Ebi Talibin imameti nas ile tayin edilmiştir. Rafızîler kendi aralarında 24 fırkaya ayrılmışlardır. Bu fırkaların da 17. si İsmailiyye’dir.[107]

Şehristani Şia’nın beş ana kola ayrıldığını söyler. Bunlar; Keysaniyye, Zeydiyye, İmamiyye, Aşırılar (Gulat) ve İsmailiyye’dir. Keysaniyye kendi arasında dört fırkaya ayrılmıştır. Zeydiyye üç fırkaya, İmamiyye yedi fırkaya ve Gulat (aşırılar) on bir fırkaya ayrılmıştır. [108]

Yaşar Kutluay’a göre Şia genel olarak iki grupta incelenebilir. ‘Birinci grup, Hz. Ali ve soyundan gelenlere ya da başka şahıslara müfrit görüşler atfedenlerdir. Bunlara Gulat veya Galiye denir. Galiye sınıfına giren mezhepler; Sebeiye, Muhtariye, Haşimiye, Beyniye, Muğiriye, Cenahiye, Mansuriye, Hattabiye, Şeriiye ve Gurabiye’dir. İkinci grup ise Hz. Ali’nin ve soyunun imam olmasını kabul etmekle beraber, onun soyundan gelenlerin imamlığı konusunda ihtilafa düşenlerdir. Bunlara da İmamiyye adı verilir. Bunlar da Zeydiye, Bakıriye, Caferiye, Museviye, İsnaaşeriye ve İsmailiye’dir.’[109]

Biz bu çalışmamızda günümüzde taraftarı bulunmayan fırkaları konu edinmediğimizden sadece günümüze kadar varlığını sürdüren Şii fırkalardan bahsedeceğiz. Günümüzde yaşayan Şii fırkaları İmamiyye, Zeydiyye, İsmailiyye, Dürzîlik ve Nusayrilik şeklinde tasnif edebiliriz.

B. Şİİ FIRKALAR


1. İMAMİYYE


a. ' Ortaya çıkışı

İmamiyye en genel anlamda, imametin vücûbunun, masumiyetinin, Allah tarafından bir nas ile belirlendiğini ve imamın en üstün olduğunu (efdal) ileri süren kimseler veya fırkaların tamamı için kullanılan müşterek bir addır. İmamiyye, kavramı daha özel anlamda on iki imamiyyenin yerine kullanılmaktadır. Buna göre İmamiyye, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını Allah’ın emri, Peygamber’in tayini ve vasiyetiyle meşru imam olarak kabul eden ve on iki imama inanmayı inanç esası olarak görenlerin mezhebidir. İmamiyye fırkasına, on iki imamı kabul ettikleri için İsnaaşeriyye (on ikiciler), itikadda ve muamelatta İmam Cafer’in görüşlerini takip ettiklerinden dolayı da Caferiyye ismi verilmektedir. İmamiyye’nin yerini H. 4. Asırdan itibaren İsnaaşeriyye almıştır.[110]

İmamiyye fırkası tam olarak on ikinci imam olan Muhammed el-Mehdi’nin büyük gizlilik döneminin (Gaybet- Kübra) 328/940 yılında başlamasıyla teşekkülünü tamamlamıştır. İmamların sayısı kesin olarak belli olmuştur ve bir daha imam gelmeyecektir. Böylece İmamiyye’nin İmametle ilgili nazariyesi değiştirilmemek üzere kabul görmüştür.

İmamiyye’ye göre masum On iki imam şunlardır:

1. Hz. Ali (40/661)

2. Hz. Hasan (50/670)

3. Hz. Hüseyin (61/680)

4. Ali Zeynel Abidin (95/713)

5. Muhammed Bakır (114/733)

6. Cafer-i Sadık (148/765)

7. Musa Kâzım (183/799)

8. Ali er-Rıza (203/818)

9. Muhammed et-Tâki (220/835)

10. Ali en-Nâki (254/868)

11. Hasan el-Askerî (260/873)

12. Muhammed el-Mehdi (256/870)

“İmamiyye’ye göre on birinci İmam Hasan el-Askeri’dir. Hasan el-Askeri 260/873 yılında vefat etmiştir. Onun vefatından sonra şiiler arasında yaklaşık bir asır kadar devam edecek olan bir ihtilaf devresi yaşanmıştır. Bu devrin en çok tartışılan konusu, el-Askeri’nin halefinin olup olmadığı meselesiydi. Sonunda el-Askeri’nin yakınlarına gösterdiği ve imametini ilan ettiği on ikinci imamın 260/874 yılında (el-Gaybetü’s-Suğra) ortadan kaybolduğu, yaklaşık yetmiş sene sefirleri vasıtasıyla cemaatiyle irtibatını sürdürdüğü ve 329/941 senesinden itibaren büyük gizlilik döneminin (el-Gaybetü’l-Kübra) başladığı ve takrar yeryüzüne gelinceye kadar gizli kalacağı inancı benimsendi.”[111]

‘İmamiyye Şiası, el-Askeri’nin ölümünden sonra imamların sayısının oniki ve son imamın da el-Askeri’nin oğlu Muhammed b. Hasan el-Mehdi olduğunda karar kılmıştır. İmametin Muhammed b. Hasan el-Mehdi’de sona erdiği inancı İmamiyye itikadının temellerinden birini oluşturmuştur.’[112]

“Muhammed el-Mehdi 15 Şaban/29 Temmuz 869 Cuma günü Samarra’da doğmuştur. İmamiyye’nin iddiasına göre, muhtelif tehlikelerden dolayı el-Kaim’in doğuşu gizlenmiş ve kimseye gösterilmemeye çalışılmıştır. İmamiyye âlimleri Muhammed b. Hasan’ın el-Kaim el-Mehdi olduğunu belirtmişler ve bu konuda hz. Peygamber’in ve sonraki imamların beyanları bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Muhammed b. Hasan, babasının 260/874 yılındaki ölümünden itibaren gaybete girmiş ve bu birinci gaybet dönemi 941 senesindeki son sefir Enu’l-Hasan Ali b. Muhammed’in ölümü ile sona ermiştir. İlk gaybet döneminde Muhammed b. Hasan, sefir, naib veya vekil denilen kişiler vasıtasıyla Şia toplumu ile irtibat kurmuştur. Bu devrede Sefirler, Şia ile ilgili problemleri imama arzaderek, konuyla ilgili yazılı emirlerini veya yasaklarını alıp mensuplarına ulaştırmışlardır. İmam gaybet döneminde birçok mucizeler göstermiş, umumi ve şahsi problemleri çözmüş ve kendisine getirelen malları dağıtmak ve gerekli yerlere ulaştırmak gibi tasarruflarda bulunmuştur. El- Gaybetü’s-Suğra esnasında İmamiyye’nin gerçekten sefir olduklarını kabul ettikleri, en-Nüvvabu’l-Erbaa veya es-Süfera’l-Erbaa adını verdikleri dört sefir, Ebu Amr Osman b. Said el-Umeri, Ebu Cafer Muhammed b. Osman b. Said, Ebu’l-Kaım Hüseyin b. Ruh ve Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed es-Semerri’dir. Küçük gizlilik döneminde es-Süferaü’l-Müzevvirun denilen sefirlik veya babiyet iddia eden yalancı sefirler de görülmüştür.”[113]

Son sefir Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed es-Semerri’nin ölümünden hemen önce kendisine yerine kimse için vasiyette bulunmaması gerektiği ve tam gaybetin başylacağı bildirilmiştir. Nitekim 941 yılında el-Gaybetü’l-Kübra başlamış oldu.

İmamiyye fırkasına göre imamet dinin en mühim meselesidir. Onlara göre Hz. Ali şahsi olarak Peygamber tarafından imam olarak işaret edilmiştir. Onlar bu konuda şöyle bir savunma yaparlar: “Din ve İslam dairesinde imamın tayininden daha mühim bir konu yoktur. O dünyadan ayrılırken kalbi ümmetin işleri hususunda rahat ve ferah olmalıdır. İmam, ihtilafları gidermek, birlik ve dirliği sağlamak için gönderilir. Ümmetini başıboş bırakıp gitmesi caiz değildir. Böyle bir durumda, herkes kendi başına buyruk hareket edecek ve kargaşa çıkacaktır. İmam, ölmeden önce ümmetin işlerini üstlenecek birini tayin etmekle mükelleftir. Ümmet içinde güvenilir ve itimada şayan birini açıkça bildirmelidir. Ali’nin imameti bazı yerlerde ima yoluyla, bazı yerlerde de açıkça bildirilmiştir.[114]

İmamiyye fırkası ilk defa Büveyhiler zamanında siyasi destek görmüştür. Bu destekle birlikte en meşhur eserlerini bu devirde kaleme almışlardır. Büveyhiler hâkim oldukları bölgelerde Şii örf ve adetleri yerleştirmeye çalışmışlardır. Örneğin Muharrem ayındaki törenler onların döneminde başlamıştır. İlk defa Müizüddevle 963 yılında Muharrem ayının ilk on gününü umumi matem olarak ilan etmiştir. Şiilerin ağlama, yas tutma, zincirlerle kendilerini dövme törenleri de Büveyhîler döneminden kalmadır.

Büveyhilerin yıkılmasından sonra Şiiler bir müddet içe kapanmışlar ve İslam dünyasındaki Moğol işgalinden sonra tekrar faaliyetlerine hız vermişlerdir. Moğollardan sonra da varlıklarına devam etmişlerdir.

‘İmamiyye çizgisindeki Şiiliğin yeniden canlanması Safevi Hanedanlığının 1501–1737 yılları arasında İran’da hâkimiyeti ele geçirmeleriyle gerçekleşmiştir. Şiilik bu dönemde İran’da resmi mezhep olarak kabul edilmiştir. Daha sonra Kaçar Hanedanları ve Pehleviler döneminde İran’da Şiiliğin kökleşmesi sağlanmıştır.’[115]

b. ' Görüşleri

İmamiyye’yi diğer mezheplerden ayıran en önemli fark onların imamet anlayışlarıdır. İmamiyye’ye göre dinin aslı Tevhid, Nübüvvet, Adalet, İmamet ve Mead’dır.

Tevhid Allah’ın varlığına ve birliğine; eşi ve benzeri bulunmadığına inanmaktır. Tevhidin; Tevhid-i Zat, Tevhid-i Sıfat, Tevhid-i Fiil ve Tevhid-i İbadet olmak üzere dört ayrı boyutu vardır.

Nübüvvet, Allah’ın insanlar arasından seçmiş olduğu bazı kullarını elçi olarak görevlendirmesi ve onlara vahiy göndermesidir.

Adalet, Allah’ın adil olması hiçbir kimseye zulmetmemesi, insanların da irade ve fiillerinde hür olması demektir. Akıl eşyanın iyi veya kötü olduğuna hükmedebilir. Allah kuluna bir ihtiyar vermiştir. Kulların mükâfatlandırılması veya cezalandırılması buna göredir.

İmamet, Şiiliğin inanç sistemi, din ve dünya görüşü, tamamen masum bir imam otoritesi çerçevesine şekillenmiştir. İslam toplumunu yönetme yetkisi 12 imama Allah ve Resulü tarafından verilmiştir. Allah’ın nasıl Peygamber göndermesi gerekliyse İmam göndermesi de gereklidir. İnsanlara imamlarını seçme yetkisi verilmemiştir. 12. İmam Mehdi Muntazar ölmemiştir, o kıyamet kopmadan önce gelecek, zulme ve adaletsizliğe son verecektir.

İmamlar aynen Peygamberler gibi masumdurlar. İmamlar tıpkı nebiler gibi meleklerden daha üstündür. İmamlar bütün ilimleri bilirler, onlar zahir ve batın bütün ilimlerle donatılmışlardır. İmamların sahip olması gereken önemli sıfatlar mevcuttur. Bunlar ismet, ilim, şecaat, fazilet, nesebinin ayıplardan uzak olması ve İmamın Allah’a en yakın kişi olmasıdır. Ayrıca imametlerini kanıtlayacak delillere sahip olmalar ve bütün insanlara imam olmasıdır. İmamın tek olması yokluklarını caiz olmayışını doğurur. Yani yeryüzü bir an dahi imamdan hali olamaz.

Mead, öldükten sonra dirilmenin ve ahiret hayatının gerçekleşeceğine olan inançtır. Ahirette insan cesediyle ve ruhuyla aynen dirilecektir.

İmamiyyenin Usul’d-Din’de saymadığı ancak itikadi konular arasında yer verdiği üç tane önemli mesele bulunmaktadır. Bunlar Takiyye, Beda ve Ric’attır. Takiyye, korunmak sakınmak anlamına gelir. Şiilikte can ve mal korkusuyla inancı gizlemeye, olduğundan başka türlü gözükmeye takiyye denir.

Beda, Allah’ın beli bir şekilde vuku bulacağını haber verdiği bir olayın daha sonra başka bir şekilde gerçekleşmesi olarak tarif edilir. Beda inanışı, Cafer Sadık’ın önce oğlu İsmail’i, imam olarak tayin etmesi ve daha sonra ‘Allah oğlum hakkında izhar ettiğini başka hiçbir şey hakkında izhar etmemiştir.’ diyerek fikir değiştirip küçük olu Musa Kazım’ı yerine halife ilan etmesiyle ortaya çıkmıştır. Ric’at, Allah’ın bir grup insanı, Mehdi’nin çıkışı sırasında eski suret ve şekilleriyle dünyaya döndüreceğine inanmaktır.[116]

'2. 'ZEYDİLİK

a. 'Ortaya Çıkışı

Zeydiyye, Zeyd b. Ali b. El-Hüseyin b. Ali b. Ebi Talib’e uyanlar ve imametin Ali-Fatıma soyundan gelen âlim, cesur, zahit ve bizzat kılıca sarılıp imametini ilan ederek mücadele meydanına çıkan kişilerin hakkı olduğuna inananların oluşturduğu itikadi bir mezheptir.[117]

Zeyd b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebi Talip, 80/699 yılında Medine’de doğmuştur. Önce Muhammed Bakır’ın eğitiminden geçen Zeyd b. Ali, daha sonra Irak ve Hicaz bölgelerini dolaşarak başta Kûfe olmak üzere birçok şehri gezmiş, Vasıl b. Ata ve Ebu Hanife gibi döneminin önemli kişileriyle görüşerek bilgi ve tecrübesini arttırmıştır. Zamanını siyasi şartlarından dolayı 121/739 yılında Kûfe’ye yerleşerek halktan biat almış ancak isyan günü taraftarlarının çoğunluğunun kendisini terk etmesi üzerine zayıf düşmüş ve 122/740 yılında Kufe’de öldürülmüştür.

Zeydiyye’nin başlangıcı genel olarak Zeyd b. Ali’ye dayandırılır. Elbette Zeydilerin çıkışı ve farklı bir grup oluşturmaları ona dayanmaktadır fakat oluşan bu grubun yani Zeyd b. Ali’nin taraftarlarının bir itikadi mezhep haline gelmeleri bir süreç içerisinde tamamlanmıştır. Kuşkusuz Zeyd b. Ali’nin bir itikadi mezhep kurmak bir düşüncesi mevcut değildi. O, kendi devrindeki siyasi ve toplumsal olaylardan etkilenmiş ve düşünceleri bu çerçevede şekillenmiştir. Zeyd b. Ali, Kerbela gibi üzücü bir vakıanın izlerinin henüz taze olduğu bir dönemde yaşamış üstelik bu vakıaya sebep olanların yani Emevi iktidarının hâkimiyeti altında bulunmuştu. Kerbela olayının dışında tarihi Emevi-Haşimi çekişmesi de tüm hızıyla devam etmekteydi. Üstelik Ehl-i Beyt anlayışı çerçevesinde Ali oğullarının hakkının gasp edildiğine de inanılıyordu.

Zeyd b. Ali’nin mevcut otoriteye isyan etmesinin tarihi sebepleri olduğu gibi kişisel sebepleri de vardı. Zeyd b. Ali ile Hişam b. Abdilmelik arasında şu hadise cereyan etmiştir. Zeyd Hz. Ali’den kalan vakıf arazilerinin idaresinden doğan sorunların çözümü için Hişam b. Abdilmelik’e müracaat eder. Ancak Hişam ona hakaret ederek onun hilafet iddiasında bulunduğunu ancak bir cariyenin oğlu olması nedeniyle buna layık olmadığını söyleyerek Zeyd’i kovar. Bunu üzerine Zeyd Hz. İsmail’in bir cariyeden kardeşinin ise soylu bir kadından olmasına rağmen Allah’ın Hz. İsmail’in soyunu seçtiğini, kendisinin de Ali b. Ebi Talib’in soyundan geldiğini hatırlatarak Hişam’a bundan sonra senin istemediğin tavırlar takınacağım diyerek orada ayrılır. İsyan sebebi olarak gösterilen diğer bir olay ise, eski Irak valisi Halid b. Abdillah’ın Zeyd’e bir takım bağışlarda bulunduğunu ve emanet mal verdiğini iddia etmesi üzerine Zeyd b. Ali yüzleştirilmek üzere Hişam tarafından Kufe’ye gönderilir. Ancak vali Yusuf b. Ömer tarafından sorgulandıktan sonra serbest bırakılan Zeyd’i Kufeliler bırakmazlar ve onu Beni Ümeyye’ye karşı isyana teşvik ederler.

Zeyd b. Ali Kufelilerden biat almış ve iktidarı ele geçirmek için fiili bir hareket gerçekleştirmiştir. Ne var ki taraftarları ona verdikleri sözlerini bozarak onu terk etmişler ve böylece isyanın başarısızlıkla sonuçlanmasına sebep olmuşlardır. Zeyd b. Ali’nin isyanı sırasında bir grup ona Halife Ebu Bekir ve Ömer hakkındaki görüşlerini sormuşlar o da; bu ikisi hakkında iyilikten başka bir şey söyleyemem, babamdan da onlar hakkında iyilikten başka bir şey duymadım şeklinde cevap vermiştir. Taraftarları bu cevaptan hoşlanmamış ve itiraz etmişlerdir. Bunun üzerine Zeyd b. Ali bütün insanlardan çok hilafete biz layıkız, onlar bunu bizden aldılar, ancak onlar Kur’an ve Sünnetle hükmedip insanlar arasında adaletli oldukça bu davranışları onları küfre götürmez demiştir. Zeydiyye’nin en önemli görüşlerinden birisi imamet hakkındaki Efdal-Mefdul anlayışıdır. Buna göre Hz. Ali hilafete en layık kişiydi fakat diğer halifeler adaletli oldukça halifelik yapabilirler ve bu durum onları günaha sokmaz. Yani en layık kişi dururken daha az layık olan kişi halife olabilir. Daha az faziletli olanın halife seçilmesinde önemli olan Müslümanların maslahatıdır. Şiiler arasında en önemli hususlardan birisi de tevelli ve teberri anlayışıdır. Onlara göre H. Ali ve Ehl-i Beyti dost bilenlere dost olunur (tevelli), onlara düşman olanlara da düşman olunur (teberri). Zeyd b. Ali, Kufeliler’in Ebu Bekir ve Ömer hakkındaki sorularına istedikleri cevabı vermeyince ondan uzaklaşmışlardır. İşte bunlara terkedenler anlamında Rafızîler denmiştir.[118]

Şehristani’ye göre Zeydilerin çoğu sonradan, fazilet bakımından altta olanın imametinin caiz olduğu görüşünden dönmüştür ve sahabeti de diğer Şii fırkalar gibi tenkit etmeye başlamıştır.[119]

Zeydilerin önemli bir özellikleri de imamda aranan şartlarla ilgilidir. Onlara göre imam olacak kişinin bizzat kılıcını çekip imamete talip olması gerekir. Zeyd b. Ali’nin bu görüşü Zeydilerin her fırsatta imameti elde edebilmek için isyan etmelerine sebep olmuştur. Ayrıca Zeyd b. Ali bu tutumu ile takiyye ve gizli imam fikrini benimsemediğini ortaya koyduğu gibi imametin belli bir aileye ve kabileye ait olması fikrine de yeni bir boyut kazandırmıştır. Ayrıca Zeydiyye’ye göre imamet için gerekli şartları taşıyan iki imamın aynı anda farklı iki bölgede hüküm sahibi olmaları caizdir.[120]

Zeydiyye’ye göre Ali b. Ebi Talip insanları davet edip imametini ilan ettiği zaman, imam olmuştur. Ali’den sonra Hüseyin de, ancak ayaklandığında (huruç) imam olmuştur. Şayet ayaklanmasaydı, ölünceye kadar imam olamazdı. Daha sonra da Kûfe’de öldürülen Zeyd b. Ali b. El-Hüseyin ve ondan sonra da Horasan’da öldürülen Yahya b. Zeyd b. Ali imam olmuştur.[121]

Zeyd b. Ali’nin öldürülmesinden sonra bu hareket oğlu Yahya b. Zeyd (98–125/716–743) tarafından Horasan bölgesine taşınmıştır. Yahya b. Zeyd Horasan valisi Nasr b. Seyyar tarafından tutuklanmış ancak halife Velid b. Yezid b. Abdilmelik tarafından harekete son vermesi şartıyla serbest bırakılmıştır. Ancak serbest kaldıktan sonra Beyhak’a giderek faaliyetlerine burada devam eden Yahya, Nasr b. Seyyar’ın gönderdiği ilk orduyu bozguna uğratmış ancak gönderilen ikinci orduya yenilmiş ve hayatını kaybetmiştir.

Emevilerin yıkılıp Abbasiler’in başa geçmesinden sonra da Zeydiler açısından bir değişiklik olmamıştır. Çünkü Emevilere karşı ayaklanma başlatılırken Ehl-i Beyt adına biat alınmış fakat Abbasiler iktidarı ele geçirince Haşimiler saf dışı bırakılmıştır. Nitekim bunun sonucunda Abbasilere karşı ilk isyan 145/762 yılında Muhammed b. Abdillah tarafından gerçekleştirilmiştir. Zeydi olarak bilinen kimselerin onun yanında bu isyanda yer almaları bunun Abbasilere karşı ilk Zeydi isyanı olarak değerlendirilmesine yol açmıştır. Muhammed b. Abdillah, 762 yılında Mansur’un ordusuyla yapılan savaşta öldürülmüştür. Zeydilerin içinde bulundukları bir takım isyanlar daha mevcuttur fakat bu isyanlar vuku bulurken tam olarak bir Zeydi kelamından söz edemeyiz. Bu isyanlara Ali oğullarının faaliyetleri denebilir. Hilafetin kendi hakları olduğunu düşünen Zeydiler, siyasi olarak başlattıkları hareketlerine zamanla itikadi bir boyut kazandırarak teşekkül süreçlerini tamamlamışlardır.[122]

b. 'Görüşleri

Zeydi fikirleri ilk sistematize eden ve bu konularda, bir kısmı günümüze kadar ulaşmış risaleler yazan kişi Kasım b. İbrahim er-Ressi’dir (246/860). Kasım b. İbrahim Zeydiyye mezhebinde Zeyd b. Ali’den sonra ikinci sırada görülmektedir. Ebu Muhammed el-Kasım b. İbrahim b. İsmail er-Ressi 169/785 yılında doğmuştur. Kasım ilk faaliyetlerine kardeşi Muhammed’in onu davet için Mısır’a göndermesiyle başlar ve Muhammed öldükten sonra Kasım daveti kendine adına yapar. Kasım’ın daveti Mekke, Medine, Kûfe, Rey ve Taberistan halkından çok sayıda taraftar bulur. Taraftarlarının davetin açıkça yayılmasını teşvik etmelerine pek itibar etmez ve ilimle meşgul olmaya devam eder. Kasım hayatının sonlarına doğru Medine yakınlarındaki Cebel’i Res’e yerleşerek 246/870 yılında burada vefat eder. Kasım b. İbrahim, hayatı boyunca herhangi bir isyan hareketine kalkışmamış ilimle iştigal etmiştir. Aslında bu tavrı Zeydiler için Mezheplerinin kelâmi boyutunun gelişmesini ve tam bir mezhep olabilmesini sağlamıştır.

Kasım b. İbrahim ile birlikte Zeydiyye içinde mutezili fikirlerin etkileri görülmeye başlanmıştır. Böylece Cebri fikirlerden bir uzaklaşma görülmüştür. Kasım, kelam, fıkıh, tasavvuf ve tefsir alanında eserler yazmış ve bu eselerin bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. Kasım b. İbrahim, Usul-i Hamse olarak isim verdiği bir risalesinde beş esas sayar ve bunları bilmeyenin cahil olduğunu ileri sürer. Bu beş esası kısaca şöyle açıklayabiliriz.

1. Allah birdir, O’nun benzeri bir şey yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır, O gözleri idrak eder fakat gözler onu idrak edemez, O latiftir ve her şeyden haberdardır.

2. Allah zalim değildir. Hiç kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez ancak günahlardan dolayı azap eder.

3. Allah, va’d ve vaid’ine sadıktır. Cennete gönderdiği kişi orda ebedi kalıcı olduğu gibi cehenneme gönderdiği kişi de orada ebedi kalıcıdır.

4. Kuran muhkem bir beyandır ve kendisinde çelişki olmayan dosdoğru bir yoldur. Rasulullah’ın sünneti Kuran’da zikri ve manası olan şeydir.

5. Ahkâmın uygulanmadığı zamanlarda ticaret ve malların elden ele dolaşması ahkâmın uygulandığı zamanlardaki gibi değildir.

Kasım b. İbrahim’in ortaya koyduğu bu beş esasın ilk üçü Mutezilenin görüşleriyle örtüşmektedir. Ayrıca bu beş esasın içinde imamet ile ilgili bir hususun yer almaması da dikkat çekicidir. Zeyd b. Ali ile siyasi alanda başlamış olan bu hareket Kasım b. İbrahim’le birlikte itikadileşmeye başlamıştır. Ancak Zeydiyye’nin tam bir mezhep olarak kurumlaşması Yemen ve Taberistan’da bir Zeydi hâkimiyeti kurma aşamasından sonra gerçekleşmiştir.

Zeydiler diğer Şii fırkaların tersine takiyyeyi reddetmeleri gereği her zaman iktidarı ele geçirmek için çaba sarf etmişlerdir. Nitekim Yemen ve Taberistan’da bu başarıyı elde etmişlerdir. Taberistan bölgesindeki ilk Zeydi faaliyetleri, 175/791 yılında Yahya b. Abdillah’ın taraftarlarıyla beraber bu bölgeye gelmesi ve kendi adına daveti yaymasıyla başlar.

Taberistan’da ilk defa Zeydi hâkimiyeti Hasan b. Zeyd’in çalışmaları sonucu kurulmuştur. Zeydi hâkimiyeti kurulmadan önce Taberistan Tahirilerin yönetimindeydi ve bundan rahatsızlık duyan halk Hasan b. Zeyd’i yönetimi ele geçirmesi için teşvik etmişti. Bu şartlar altında Hasan b. Zeyd 856–858 yılları arasında Taberistan’ın tamamının hâkimiyetini elde etmeyi başarır. Dai el-Kebir olarak bilinen Hasan b. Zeyd yirmi yıl iktidarda kaldıktan sonra vefat eder. O, iktidarı zamanında Zeydi fikirlerin yayılması için ferman yayınlayıp ezanlara Hayye ale hayri’l-amel lazsının dâhil edilmesini emretmiştir.

Zeydilerin Taberistan’daki hâkimiyetleri yaklaşık 65 yıl sürmüş ve iktidarı Büveyhilere bırakmak zorunda kalmışlardır.

Zeydiler merkezi otoritenin zayıf olduğu ve Ali oğullarının sempatiyle karşılandığı Yemende de iktidarı ele geçirebilmişlerdir. Bu hâkimiyet belirli aralıklarla kesilmiş olsa da Zeydiler Yemen’deki varlıklarını ve etkinliklerini günümüze kadar korumayı başarmışlardır.

Zeydilerin bu bölgedeki faaliyetleri 280/893 yılında Yahya b. Hüseyin’le başlamıştır. O Yemen’de Zeydi devletinin kurucusu ve Zeydi düşüncenin önde gelen temsilcilerinden olmuştur. Yahya ilim öğrenmenin en büyük farz olduğunu kabul etmektedir. Bu düşüncesiyle Zeydi imamet anlayışındaki âlim ve bilgili imam nazariyesine tam olarak uyduğu görülmektedir. Yahya bir taraftan siyasetle uğraşırken diğer taraftan da ilimle meşgul olmaya devam etmiştir. Zaten o Zeydi düşüncenin ve kelamının oluşmasında Kasım b. İbrahim’den sonra ikinci önemli kişidir.

Yahya b. Zeyd bıraktığı eserlerle de kendisinden sonra gelen âlimler üzerinde büyük tesir yaratmayı başarmıştır. Bilindiği gibi Zeydiyye’nin kelami görüşleri Kasım b. İbrahim tarafından ele alınmıştı. Fakat bu görüşleri sistematize eden ve yeni görüşleri de ekleyen kişi Yahya olmuştur. Nitekim Yahya kitabun fihi Marifetullah mine’l-Adl ve’t-Tevhid isimli risalesinde Zeydi düşüncesinin esaslarını Tevhid, Adalet, el-Va’d ve’l-Vaid, Nübüvvet ve İmamet, Emr-i bi’l-Maruf ve Nehyi ani’l-Münker olarak belirtmektedir. Görüldüğü üzere bu esaslar Mutezilenin beş esasına bir hayli benzemektedir. Ayrıca Emri bi’l-Maruf ve Neh-i ani’l-Münker ve İmamet prensibi Kasım b. İbrahim’in benimsediği esaslar arasında yoktur ve Zeydi kelamına ilk defa Yahya b. Zeyd tarafından eklenmiştir. Onun belirlediği bu esaslar fazla bir değişikliğe uğramadan sonraki Zeydiler tarafından da benimsenmiştir.

Yahya b. Zeyd’e göre imam olacak kişinin İmamete liyakatli olması ve Ali oğullarından olması şarttır. Ayrıca iyiliği emretmek ve kötülükten alı koymak Ehl-i Beyt’in üzerine farz kılınmıştır. Yahya b. Zeyd kelamda olduğu kadar fıkıhta da yetkin bir âlimdir. Onun fıkhî düşüncesindeki iki önemli husus şöyledir. Kur’an’a göre Peygamberden mütevatir olarak gelen hadisler ve akıl Şer’i birer delildir. Ayrıca Yahya, hadisleri metin yönünden tenkit etmiş ve Ku’ran’a, akla ve kendisi tarafından sağlam olarak kabul edilen diğer hadislere aykırı olan rivayetleri kabul etmemiştir.

Zeydiyye akaidinde ve fıkhında akla özel bir önem verilmektedir. Yahya b. Hüseyin beş esası saydıktan sonra Allah’ın insanlara vermiş olduğu delillerin Kuran, sünnet ve akıl olduğunu belirtir. Kasım b. İbrahim de, insanların Allah’a ibadet edilmesi noktasında aynı şekilde üç delili saymakta, kitap ve sünnetin akılla bilineceği için de aklı diğerlerinin önüne geçirmektedir.

3. 'İSMAİLİLİK


a. 'Ortaya Çıkışı

İsmailiyye, II./VIII. Asrın ortalarında ortaya çıkıp daha sonra bir takım alt gruplara ayrılmış olan Şii bir fırkadır. İsmaililik de İmami Şiiiler gibi imametin nass ve tayin yoluyla olduğunu kabul eder ancak Cafer’den sonra imamın kim olacağı konusunda İmamiyye’den ayrılırlar. Onlara göre Cafer es-Sadık’tan sonra imamet Musa Kazım’ın değil, Cafer’in en büyük oğlu İsmail’in hakkıdır. İsmail b. Cafer’in imametini savundukları için bu fırkaya İsmailiyye denmiştir. “ Fırka mensupları Şia’nın diğer fırkalarından bu isimle ayrıştıkları için İsmailiyye olarak anılmalarını istemişlerdir.”[123] İsmaililer, her zahirin bir batıni manası olduğuna inanırlar ve bu yüzden Bâtıniler diye de anılırlar.

İmam Cafer es-Sadık’ın 148/765 yılındaki vefatında sonra taraftarları bir takım alt gruplara ayrılmışlardır. Bunlardan bir tanesi de İsmailiyye’dir. İsmaililer de kendi arlarında iki farklı fikir ileri sürmüşlerdir. Bir grup İsmail b. Cafer’in ölmediğini onun kaim imam ve mehdi olduğunu ileri sürerek geri döneceğini savunmuşlardır. İsmaililere göre İsmail b. Cafer ölmemiştir. İsmail, iş başına geçinceye kadar da ölmeyecektir. Diğer grup ise İsmail’in öldüğünü kabul ederek imametin İsmail’in büyük oğlu Muhammed’e geçtiğini söylemişlerdir. “Bu iddiada olanlar yedinci imam olarak İsmail’i değil de onun oğlu Muhammed’i imam olarak kabul ettiler. Bunlar Mübarekiyye diye anılmışlardır.”[124]

İsmailiyye mezhebinin ortaya çıkışında ve görüşlerinin şekillenmesinde Ebu’l-Hattab (138/755) ve Meymun el-Kaddah ile onun oğlu Abdullah (261/784)’ın fikirleri etkili olmuştur.[125] İ. Agâh Çubukçu’ya göre bunların amacı İslam dinini yıkmak ve siyasi zaferler elde etmektir.[126]

İlk İsmaililer, 286/899 yılına kadar Muhammed b. İsmail’i yedinci ve son imam olarak kabul etmişler ve Kaim olarak zuhur etmesini beklemişlerdi. Ancak 286/899 senesine gelindiğinde Ubeydullah el-Mehdi kendisinin imamlığını savunmuş ve Muhammed b. İsmail’in mehdiliğini inkâr etmiştir. Ubeydullah, Cafer es-Sadıkla kendisi arasında gizli imamların bulunduğunu ve imametin bu soydan kendisine geçtiğini iddia etti. “Fatımilere göre imamlık, Cafer’in oğlu İsmail’den sonra İsmail’in oğlu Muhammed Mektum’a geçmiştir. Muhammed Mektum, gizlenen imamlar manasına gelen Mektum İmamların birincisidir. İmamlık Muhammed Mektum’dan sonra oğlu Cafer’i Musaddık’a, ondan sonra Musaddık’ın oğlu Muhammed el-Habib’e, ondan sonra Kuzey Afrika’da ortaya çıkan ve Fas ülkelerine kral olan Habib oğlu Abdullah el-Mehdi’ye, ondan sonra da Mısır’da Fatımi devletini kuran diğer imamlara geçmiştir.”[127] Bu görüş Fatımilerin resmi ideolojisi haline geldi. Ubeydullah’ın bu iddiasına karşı çıkanlar oldu ve İsmaililer iki gruba bölündüler. Bir grup Ubeydullah’ın öğretide yaptığı değişiklikleri kabul edip merkezi liderliğe bağlı kalırken diğer grup ise, Ubeydullah’ın fikirlerini reddederek Muhammed b. İsmail’in mehdi olduğu ve yakın bir zamanda recat edeceği görüşüne sadık kaldılar ve Karamita/Karmatiler ismi ile tanınmaya başladılar.

İlk İsmailliler, kutsal kitapların ve şer’i hükümlerin zahir ve batını arasında ayırıma giderek her zahiri ve lâfzî mananın bir Bâtıni ve hakiki manası olduğunu ileri sürmüşlerdir. Her Peygamberle gönderilen dinin zahiri yönü değişirken, sonsuz ebedi hakikatleri (hakaik) ihtiva eden dinin Bâtıni yönü değişmeden kalır. Bu değişmez hakikatlere ulaşmak, yalnızca İsmaililer (havas) için mümkünken, İsmaili olmayanlar (avam) sadece dinin zahiri manalarını anlayabilirler. Bâtıni hakikatlere ulaşmak tevil yoluyla mümkün olabilir. İsmaili imamın asli vazifeleri arasında olan tevil vasıtasıyla İsmaililer zahiri manadan Bâtıni manaya ulaşırlar ve bu şeraitten hakikate; diğer bir ifadeyle zahiri ve geçici dünyadan Bâtıni ve ebedi dünyaya doğru yapılan ruhi bir yolculuk gibidir. Bu irfani bilginin kesbedilmesi aynı zamansa İsmaililer için ruhani bir doğuş olarak kabul edilir.

İlk İsmaililer’e göre insanlığın dini tarihi yedi devreden müteşekkil olup her bir devreyi şeriat getiren bir peygamber başlatmaktaydı. Şeriat getiren bu peygamberlere “natık” ismi verilmiştir. Her devrenin şeriatı o devrenin natıkının zahiri mesajı idi. Tarihin ilk altı devresindeki natıklar; Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed’di. Bu natıkların her biri kendi devirlerinin şeriatının batınında gizli olan hakikatleri tevil etmesi için bir vekile sahiptiler. Bu vekillere vasiy, esas ya da Samit denir. İlk altı devrenin vasileri sırasıyla; Şis, Sam, İsmail, Harun (veya Yuşa), Şemunu’s-Safa ve Ali b. Ebi Talib idi. Her bir devirde vasiden sonra kendilerine etimma (tekili mutim) adı verilen yedi imam mevcut olup onların asli görevi kendi devirlerinin şeriatının zahiri ve Bâtıni manalarını muhafaza etmekti. Her devrin yedinci imamı bir sonraki devrin natıkı makamına yükselir ki getirdiği yeni şeriat ile bir önceki devrin natıkının şeriatını iptal ederdi. Bu durum sadece tarihin son devri olan yedinci önemde farklıdır. Hz. Muhammed ve İslam’ın devri olan altıncı devrin yedinci imamı, Muhammed b. İsmail’di. O son imam olarak natık ve esasın vasıflarını kendisinde birleştirecek İslam’ın yasalarını yürürlükten kaldıracak yedinci ve son devri başlatacaktı. Ancak o yeni bir din getirmeyecek daha önce gelen ilahi mesajlardaki bütün hakikatleri açıkça ortaya koyacak ve böylece artık dini hükümlere ihtiyaç kalmayacaktı. Kaim ve natıkların sonuncusu olarak dünyayı yönetmesinden sonra cismani dünya sona erecekti. Ancak Ubeydullah Mehdi bu fikirlerde değişikliğe gitti ve kendisinin imam olduğunu savundu. Muhammed b. İsmail’in sadece yedinci imam olduğunu ondan sonra da imamların geldiğini savundu. Fatımi İsmaililer Ubeydullah’ın bu fikrini devam ettirdiler.

Fatımi halifeleri sadece kendi devletlerinin içinde değil, İslam âleminin farklı yerlerindeki İsmaililerin çoğunluğunca meşru imamlar olarak tanınmışlardır. Bu devirde İsmaililik gerek siyasi gerekse Edebiyat alanında altın çağını yaşamıştır. İsmaili dailer kelam, felsefe, fıkıh ve diğer ilim dallarında çok sayıda eser kaleme almış, daveti Hindistan ve Maveraünnehir’e kadar yaymışlardır.

Fatımiler devrinde İsmaili davetin yayılması için büyük çaba harcandı. Özellikle Hâkim bi-Emrillah, daveti gerçekleştiren dailerin eğitimi için 395/1005 yılında Daru’l-İlmi (Daru’l-Hikme) kurdu. Çok değerli bir kütüphaneye sahip olan bu ilim merkezinin amacı İsmaililiğin yayılmasını sağlamaktı. Bu merkez amacına da ulaşmaş sayılır. Neşet Çağatay’a göre Mısır’da Şii akidelerin sistematik bir şekilde öğretilmesi ve dailerin bu fikirleri yaymaları İslam dünyasını Şii hakimiyetine girme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır.[128]

İlk İsmaili öğretinin tersine, Fatımi İsmaililiği zahir ile batını birbirinin tamamlayıcısı olarak görmüştür. Fatımi İsmaililerine göre şeriat olmadan hakikate ulaşmak mümkün değildir. Fatımi davet, batına aşırı vurgu yapan ve zahiri reddeden Karamitanın yaklaşımını kabul etmez. Fatımi dailer tefsir ilmiyle iştigal etmeyip bu konuda imamın söylediklerine tabi olmuşlardır. Onlar İsmaili İmamı “Konuşan Kur’an (Kur’an-ı Natık)”, Kur’an-ı Kerimin metnini ise “Susan Kur’an (Kur’an-ı Samit)” olarak isimlendirirler. Fatımi İsmaililerin hadis ilmine de ilgileri sınırlı kalmış, bu alanda da imamın sözlerini yeterli görmüşlerdir.

b. 'İsmaililiğin Bölünmesi

Halife Mustansır’ın vefatından sonra vezir Efdal b. Bedru’l-Cemali iktidarı ele geçirdi ve halife olması gereken Mustansır’ın büyük oğlu Nizar’ın yerine Musta’li Billâh lakaplı Ebu’l-Kasım Ahmed’i hilafete geçirdi. Daha önce benzeri görülmemiş bu girişim İsmaili daveti büyük sıkıntılara soktu ve o zamana kadar tek bir hareket etrafında faaliyet gösteren İsmaililer; Nizariler ve Musta’liler olmak üzere ikiye bölündüler.

Fatımi devletinde el-Mustansır’ın ölümünü izleyen veraset tartışmalarında, Selçuklulara karşı kısa süre önce ayaklanmış olan Hasan Sabbah ve İran İsmailileri Nizar’ın tarafında yer aldılar. Bu tarihten itibaren Nizariye diye tanınacak İran ve bazı doğu ülkelerindeki İsmaililer, diğer İsmaili gruplarla bağlarını kopardılar. Hasan Sabbah’ın oluşturduğu harekete birçok isim verilmiştir. Bu isimler; Sabbahiyye, ed-Davet el-Cedide, Talimiyye, Fidaviyye, Haşişiyye, Mülhide veya Melahide, Sebiyye, İbahiyye ve Zanadıka’dır. [129]

Hasan Sabbah’ın İranlı veya Reyli olduğu hakkında iki ayrı rivayet vardır. Genel olarak Rey’li olduğu kabul edilir. Babası Şia’nın İsna Aşeriyye koluna mensuptur ve Hasan Sabbah da bu mezhebin görüşleri çerçevesinde yetiştirilmiştir. Hasan Sabbah’ı, batıni dailerinden Zarrab ve Ebu Necm Sırac kendi mezheplerine dâhil ettiler. Dai Abdulmelik b. Attaş, Hasan Sabbah’a çok önem verdi ve onun Mısır’a gönderilmesini tavsiye etti. Daveti kabul eden Hasan Sabbah 471/1079 senesinde Kahire’ye gitti. Bura da halife el-Mustansır’la da görüştü ve Bâtıniliği iyice benimsedi.[130]

Hasan Sabbah, Kazvin taraflarındaki Rudbar vadisi yanında sarp kayalar üzerine kurulmuş bulunan Alamut kalesinde kendine özgü bir yönetim oluşturdu ve uzun yıllar Selçuklulara karşı mücadele verdi. Hasan Sabbah kendine özgü bir fedai teşkilatı kurmuştur. Hasan Sabbah gayet güzel havuzlarla, çiçeklerle ve ağaçlarla bezenmiş yalancı Cennet bahçeleri yaptırmıştır. Bu bahçelerde her türlü eğlence ve içki mevcuttu. Hasan Sabbah gençleri fedai teşkilatına kabul etmeden önce onları uyuşturucu maddelerle sarhoş ederdi. Sarhoş olan gençler bu yalancı Cennete götürülürdü. Orada eğlenceye devam edilirdi ve gençlere gerçek cennette oldukları söylenirdi. Sonra da gençlere Hasan Sabbah için canını feda edenlerin yeri böyle cennet olacaktır, derlerdi. İşte Hasan Sabbah’ın fedai teşkilatına bağlı olanlar böyle kandırılırlardı.[131]

Genel olarak merkezi, müstahkem ve sarp dağlar üzerine inşa edilmiş Alamut kalesi olan bu iktidar, Nizari hareketine önemli bir siyasi güç sağladı ve uzun yıllar faaliyetlerine devam etti. Alamut kalesindeki bu hâkimiyete 654/1256 yılında Hulagu son verdi.

Nizarilerin imamları konusunda sıkıntıları vardı. Çünkü Nizar’ın ölümünden sonra oğullarında hiç birisi açıkça imamlık iddiasında bulunmadı. Nizari İsmaililiği bir bakıma gizlilik dönemine girmişti. Bu şartlar altında Hasan Sabbah Nizarilerin başına geçti. Hasan Sabbah kendisini gizli imamın hücceti ya da mutlak temsilcisi olarak ilan etti. Nizariler Hasan Sabbah ve ondan sonraki iki halifenin zamanında gizli imamın gelmesini beklediler.

Nizariler günümüze kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Dahası ‘İsmaililerin Nizari koluna mensup olanlar geçen yüzyıl içinde İran’da iktidar mücadelesine girişince sert tepki ile karşılaşmışlardır. Bunun üzerine Hindistan’a geçmişlerdir. Bunlar günümüzde mezhep liderinin popüler ismiyle Ağa Hancılar olarak tanınırlar.’[132]

İsmaililer, dünyanın farklı bölgelerine yayılmışlardır. Günümüzde yirmiyi aşkın ülkede yaşamaktadırlar. Din liderleri 1957 yılında beri bu görevi yürüten IV. Ağa Han (19. İmam Kerim Şah)’dır. Kerim Ağa Han dedesinin başlatmış olduğu modernleşme faaliyetlerini sürdürmektedir. Eğitime önem veren kerim ağa han batıda okuyan çok sayıda Nizari öğrenciye burs vermektedir. Ayrıca Tanzanya’da Ticaret Üniversitesini, Pakistan’da da Ağa Han Üniversitesini açmıştır. 1967’de kurduğu Ağa Han Vakfı ile sağlık, eğitim, kırsal kalkınma ve sosyal güvenlik alanlarında pek çok projeye mali destek sağlamaktadır.

Nizari İsmailileri, Hindistan’da Hocalar adıyla anıldıkları gibi, Pencap’ta Şemsi veya Multani olarak tanınan hocalara Nur Şahi veya İmam Şahi de denmektedir. Suriye’de İsmailiyye, İran’da Ağa Han müritleri, Afganistan’da Ali İlahiler, Orta Asya’nın doğu bölgelerinde ise Mollalar veya Mevlai olarak tanınmaktadırlar.

c. 'Görüşleri

İsmailiyye’ye göre İslam yedi esasa dayanır. Bunlar; velayet, taharet, namaz, zekât, oruç, hac ve cihattan ibarettir.

İman; Allah’tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed’in Onun kulu ve elçisi olduğuna, cennet ve cehennemin hak olduğuna, öldükten sonra dirilmeye ve kıyametin kopacağına iman etmek, peygamberlere ve imamlara inanmak, zamanın imamını bilip tanımak ve onun emir ve yasaklarına uymaktan ibarettir. İslam ikrar; iman ise ikrar ve tanımaktır/marifettir.

İsmaililerde velayet/imamet iman esasları içerisindeki en önemli maddedir. İmamlar gerçek bilginin rehberleridir. Kişi sırf ikrarla yetinmekle kalmayarak ilahi mesajın gerçek bilgisine (marifet) ulaşmaya çalışmalıdır. İsmaililere göre nasıl ki Hz. Muhammed ilahi mesajı tebliğ etmişse; peygamberin esası Ali b. Ebi Talib ve soyundan gelen imamlar da bu ilahi mesajın Bâtıni manasına sahiptirler ve bunları insanlara açıklarlar.

Her dönemde insanları hidayete götüren imamların bulunması vaciptir. Yeryüzü, açık (zahir) ya da gizli (mestur) olsun imamdan yoksun olamaz. [133]

İsmailiyye’ye göre devrinin imamını tanımadan ölen kimse, cahiliye ölümüyle ölmüş olur. Aynı şekilde devrinin imamına biat etmeksizin ölen kimse de cahiliye ölümüyle ölmüş olur. [134]

“İsmailiyye hakkında şöyle denmiştir: onlar sıfatları hakiki anlamda reddeden ve Zat-ı İlahiyi tüm sıfatlardan mücerret sayanlardır. “[135]

İsmaililer, kendilerine taraftar toplarken gizli yöntemler kullanmışlardır. Onların kullandıkları bu yöntemleri İmam Gazali, Fedaihu’l-Bâtıniye (Bâtıniliğin İçyüzü) adlı eserinde ortaya koymuştur. Bâtıniler, bir kimseyi mezheplerine dâhil etmek için dokuz basamaklı bir yol takip ederler. Bu basamaklar şöyle sıralanmaktadır: Rızk (yemleme), teferrüs (avlama), te’nis (alıştırma), teşkik (şüpheye düşürme), ta’lik (boşlukta bırakma), rabt (bağlama), tedlis (hile yapmak), telbis (kafasını karıştırmak), hal’ (ayırmak) ve selh (soymak)’tır.[136]










4. 'DÜRZÎLİK


a. 'Ortaya Çıkışı

Dürzîlik, XI. Yüzyılda İsmailiyye içinde önceki dinlerin neshedildiği savıyla ortaya çıkan ve Fatımi halifesi Hâkim Biemrillah’ı Tanrı olarak kabul eden, dini-siyasi bir mezheptir.[137] Ahmet Bağlıoğlu Dürzîliği şöyle tarif etmektedir: ‘Dürzîlik, daha önceki bütün dinlerin nesh edildiğini kabul ederek, Hâkim Biemrillah’ıın uluhiyyetine ve onun yarattığı ulvi varlıklar hiyerarşisine inanan, kapalı cemiyet özelliğini koruyarak günümüze kadar ulaşan bir mezheptir.’[138] Dürzî mezhebi ilk defa Mısır’da ortaya çıkmasına rağmen burada barınamayarak Suriye, Lübnan, İsrail ve Ürdün bölgelerinde yayılmak suretiyle taraftar bulmuştur. [139]

Şiiliğin İsmailiyye kolundan neş’et eden Dürzîlik, Fatımi halifelerinden Hâkim Biemrillah’ın veziri Hamza b. Ali tarafından kurulmuştur.[140] Gizlilik esasını koruyarak günümüze kadar gelen Dürzîler, kendilerini Muvahhidin ya da Ehlü’t-Tevhid (Tanrı’nın birliğine inananlar) olarak isimlendirmişler ve en doğru İslam anlayışına sahip olduklarını iddia etmişlerdir. Dürzîlik ismini, kendisini Seyyidü’l-Hadin (yol gösterenlerin efendisi) olarak sunan Neştekin ed-Derezi’den aldıkları, başlangıçta hoşlanmadıkları bu isimlendirmeyi zaman içinde benimsedikleri anlaşılmaktadır.

Dürzîlerin kökeni en çok kabul gören görüşe göre, Yemen’deki Süryani kökenli Arapların büyük bir sel felaketinden sonra burayı terk edip kuzeye göç eden ve İslam’ın yayılmasıyla bu dini benimseyerek Lübnan’ın dağlık bölgelerini kendilerine Yurt edinen topluluğa dayanmaktadır.

Dürzîliğin inançsal kökeni İsmaili düşünce sistemine ve Mısır’da hüküm süren Fatımi devletine uzanmaktadır. Dürzîliğin tarih sahnesine ilk çıkışının Fatımilerin altıncı halifesi olan Hâkim Biemrillah’ın, bazı rivayetlere göre, kendisinin Tanrı olduğunu ileri sürdüğü ve Dürzîlerce takvim başlangıcı olarak kabul edilen 408/1017 yılı olduğu iddia edilmiştir. Oysa Hâkimin kendi ulûhiyetini iddia ettiğine dair sağlam bir bilgi bulunmamaktadır.

Gerçek ismi Ebu Ali el-Mansur olan Hâkim Biemrillah 375/985 yılında Kahire’de doğmuştur. Babası Aziz’in 996 yılında vefat etmesi üzerine henüz on bir yaşındayken kendisine biat edilerek hilafet makamına oturtulmuş ve Hâkim Biemrillah lakabını almıştır.[141]

Kaynaklarda Hâkim’in zahidane bir yaşantı sürdüğü ve ömrünün sonlarına doğru iyice içe kapandığı belirtilmektedir. Öte yandan Hâkim’in Sünnilere karşı müsamahakâr davrandığı atamalar da mezhep taassubu göstermediği de kaydedilmektedir. İsmaililik açısından ise propagandanın sistematik hale geldiği ve dailerin özel eğitimden geçirildiği bir sistem oluşturmuştur. [142]

Dürzîlere göre, Hâkim Biemrillah 30 Mayıs 1017 tarihinde gün batarken halka bir bildiri dağıtmış ve yeni bir dönemin başladığını bildirmiştir. O halka şöyle seslenmiştir: ‘Korku ve yabancılaşma illetlerini üzerinizden atın. Vehim ve ikiyüzlülüğün aldatmacasına kanmayın. Emin olun ki müminlerin emiri, size özgür irade vermiş ve sizi gerçek inançlarınızı gizleme sıkıntısından kurtarmıştır. Öyleyse çalışıp çabaladığınız vakit, işlerinizi Allah için yapmalısınız. O bunu böyle yapmıştır ki eski inançlarınızdan vazgeçtiğiniz vakit bu tür engellere ve asılsız düşüncelere asla kapılmayasınız. Müminlerin emiri gerçek niyetini size açıklayarak, işlediğiniz hataları bağışladı. İnançlarınızı açıkça ifade etmenizi emretti. Artık size zararı dokunabilecek kişilere karşı güvendesiniz. Artık onun günahkâr olmayacağınıza dair verdiği güvenceden dolayı huzurlu olabilirsiniz. Burada bulunanlar, burada bulunmayanlara bu mesajı iletsin ki havastan avama tüm insanlar ondan haberdar olabilsin. Böylece bu insanoğlu için bir nizam olacak ve ilahi hikmet geleceğe hâkim olacaktır. Dürzîlere göre bu çıkış gerçek bir devrimdir ve artık hak ile batıl birbirinden ayrılmıştır. Bu ilanın duyurulduğu gün Hamza b. Ali kendisini hareketin imamı olarak ilan etmiştir.[143]

Hâkim’in ulûhiyetini ilk iddia eden aslen Türk olan Hasan b.Haydara el-Fergani olmuştur. O Allah’ın, Hâkim Biemrillah’ın bedenine hulul ettiği görüşünü Kahire’de yaymak istemiştir. Onun bu faaliyetleri büyük tepki toplamış ve sonunda öldürülmüştür. El-Fergani’nin öldürülmesinden sonra davetin liderliğini yine aslen Buharalı bir Türk olan Neştekin adıyla ünlenen Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail ed-Derezi (Anuştekin ed-Derezi) üstlenmiştir.

Dürzî inancın teşekkülünde ve açık bir şekilde yayılmasındaki en etkin rolü ise Hâkim’in veziri olan Hamza b. Ali üstlenmiştir. “Hamza b. Ali, 375/985 yılında Horasan’ın Zuzen şehrinde doğmuştur. Tahmini olarak 1015 yılında Mısır’a gelmiştir. Hamza b. Ali’nin Hâkim’in sarayına hizmetkâr olarak girdiği, zeki ve kabiliyetli bir insan olduğu, Daru’l-Hikme’deki Mecalisu’l-Hikmeti’l-Te’viliyye oturumlarına katılarak kendini iyi yetiştirdiği ileri sürülmektedir. Aslen Farisi olduğu tahmin edilmektedir.”[144]

O, Hâkim’in ulûhiyetine dayanan bu yeni davetin fikri boyutunu sistematize etmiş ve örgütsel kurumsallaşmayı sağlamıştır. Davette kendini Külli Akıl olarak Hâkim’den sonra en üst makama yerleştirmiş ve kendini yegâne imam olarak sunmuştur. Bu nitelikleri onu, tartışmasız lider haline getirmiş ve Dürzî mezhebinin kurucusu mevkiine yükseltmiştir. Hamza b. Ali, Hâkim’in ulûhiyetini savunduğu iki risale kaleme almıştır.

Hamza b. Ali bu görüşlerinden dolayı Mısır halkı tarafından eleştirilince bir yıl inzivaya çekilmiştir. Bu yıla gaybet senesi denilmektedir. Hamza b. Ali 1020 senesinde gizliliği bırakıp Kahire’deki bir camide, inançlarını halka açıklamıştır. Halife, büyük bir tepki alan Hamza’yı korumakta zorlanmıştır. Hamza daha sonra ortalıktan çekilmiştir. Bu arada Hâkim 1021 yılında sürekli tefekkür için gittiği Kahire yakınlarındaki Mukattam Dağında esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolmuştur ve bir daha da kimse onu görmemiştir. “Hâkim’in kaybolmasından birkaç gün sonra gezilerinde bindiği eşeği ile hançerlenmiş gömleği bulunmuştur. “Kendisi bulunamadığı için onun akıbeti ile ilgili değişik rivayetler ortaya çıkmıştır. Ulûhiyetini iddia edenler onun ölmediğini ve bir gün yeryüzüne geri döneceğini ileri sürmüşlerdir. Dürzîler Hâkim’in kayboluşunu, inanlara bir imtihan olsun diye, Tanrısal varlığın kendi isteği ile gayba çekilmesi olarak yorumlamışlardır.”[145]

Dürzîlere göre Allah, Hâkim’in suretinde insanlara görünmüştür. Onun ölmesi söz konusu olmayacağı için o göğe yükselmiştir. Kıyamet günü geldiği zaman yeniden yeryüzüne dönecek ve adalet getirecektir. Dürzîlerdeki bu anlayış, Şiilerdeki gaybet ve rec’at fikirlerinin bir başka versiyonundan ibarettir.[146]

Hâkim’in ortadan kaybolması ve Hamza’nın da inzivaya çekilmesiyle hareket yeni bir şekil almıştır. Bu dönemde mezhebin liderliğini üstlenen Ali b. Ahmet (Muktena Bahaeddin) Dürzîliğin şekillenmesi ve gelişmesinde Hamza b. Ali’den sonra en önemli rolü oynamıştır. Muktena Bahaeddin 1042 yılında Menşuru’l-gaybe adlı risalesini yazarak davete son verdiğini, Tevhid inancının nihai şeklini aldığını ve yeni hükümlerin gelmeyeceğini bildirerek son gaybete girmiştir. Bu olaydan sonra Dürzîlik, giriş çıkış yasaklanan kapalı bir mezhep hüviyetine bürünmüştür.

b. Görüşleri

Dürzîlere göre iman, Allah’ın insan biçiminde zuhur ettiğine ve son tecellinin de Hâkim Biemrillah şekliyle gerçekleştiğine, Hâkim’in yarattığı yüce varlıklar hiyerarşisinin bulunduğuna ve inancın gizlenmesinin farz olduğuna inanmaktır. ‘Dürzîlerin inanç esaslarından en önemlisi Hâkim Biemrillah’ın ulûhiyetine inanmaktır. Hâkim Biemrillah’ın birbirinden asla ayrılmayan lahutilik ve nasutilik olmak üzere iki yönü bulunmaktadır. O hiçbir isim veya sıfatla tanımlanamaz, hiçbir dil onu ifade edecek bir tabire sahip değildir ve o her türlü tariften de münezzehtir. O hiçbir şeye benzemez ve onun dengi de yoktur.’[147]

Dürzîler Hâkim’in ulûhiyetini savunmak için teoriler üretmişlerdir. ‘Onlara göre, insan düşünme ve idrak etme yeteneğine sahiptir fakat sınırsı olanı idrak edemez. İnsan Tanrı’yı kendi gerçekliği içinde asla bilemez. İnsan, Tanrı’yı insana açıldığı ve zihnine yansıdığı kadarıyla kavrayabilir. Eğer Tanrı’nın bizzat açılımı insan zihninin sınırlarının ötesinde olursa insan onu kavrayamaz. İnsan, Tanrı’yı ideal insan şekliyle kavrar. Tanrı’nın kavranabilecek kadar kendini insana açması bir imam vasıtasıyla olmuştur.’[148]

Dürzîlerin inanç esasları büyük ölçüde İsmaili öğretilerden etkilenmiştir. Dürzîler de tıpkı İsmaililerde olduğu gibi mezhebe girmeden önce yemin ederler. Dürzîler inançlarını kendilerinden olmayanlardan saklarlar ve bunu takıyye olarak kabul etmezler. Dürzî risalelerinde yazılanların başkalarına açıklanması en büyük günahtır.[149]

Dürzî tarih anlayışı, İsmaili tarih anlayışıyla büyük oranda benzeşmektedir. Buna göre tarih, önceki dini veya şeriatı feshederek, yenisi başka bir natık tarafından başlatılan bir dönemler silsilesi olarak görülmektedir. Bu silsile İsmailiyye’ye göre Mehdinin, Dürzîlere göre de Hâkim’in ortaya çıkmasıyla sona ermektedir.[150]

Dürzîliğin temel ilkelerinden biri de Emri bilmektir. Kaim el-zaman olarak da adlandırılan emir Hamza b. Ali’dir. Emir makamı Hâkim’den sonraki en önemli makam olarak kabul edilir. Yeni Eflatuncu görüşlere dayanan Dürzî yaratılış nazariyesine göre bütün varlıkların kaynağı Allah’tır ve O’nun iradesinden dolayı var olmuşlardır. Hamza Allah’ın yaratmış olduğu ilk cevherdir ve Allah’ın öz nurundan yaratılmıştır. Bu nedenle Hamza, Allah’ın elçisi ve yaratıklarının en şereflisidir. Hamza nedenlerin nedeni yani Külli Akıldır. ‘Tanrı fiziki âlemle doğrudan temas kuramayacak kadar yüce ve münezzeh olduğu için, yaratma külli akıl vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir.’[151]

“Dürzî mezhebinin kurucusu olan Hamza b. Ali geliştirdiği akidenin tamamına yakınını İsmailiyye’den almıştır. Ancak İsmaililerce imam olarak kabul edilen Hâkim Biemrillah’ı İlah mertebesine çıkarmıştır. Yani Hâkim Biemrillah’ı Tanrı olan Bir’in tecessümü makamına getirerek bir nevi onu, kurduğu sistemin dışına itmiş ve kendisini Külli Akl’ın tecessümü olarak ilan ederek daha aktif bir rol üstlenmiştir. Bunun neticesinde boşalmış olan imamet makamına kendisini atamıştır. Böylelikle İsmaililerin merkezinde yer alan imam öğretisi tasfiye edildiği gibi imametin ehl-i beyt dışından birine gitmesine de kapı açılmıştır.”[152]

Dürzîlikte inanç esaslarından biri de beş hududu bilmektir. Hudud ya da vezir, Hâkim veya Hamza tarafından görevlendirilen ve ondan emirleri öğretip yayan peygamber mertebesinde olan kişilerdir. Dürzîlerin kutsal simgesi olan beş köşeli yıldız da beş hududu ve onların özelliklerini sembolize eder. Beş hudud şunlardır:

1. Külli Akıl: Hamza b. Ali b. Ahmed’dir. Külli akıl olan Hamza, hududların başıdır ve değişik isimlerle zuhur etmiştir. Âdem döneminde Şatmil, Nuh döneminde Pisagor, Muhammed döneminde Selman olarak zuhur etmiştir.

2. Külli Nefs: Ebu İbrahim İsmail b. Muhammed b. Hamid et-Temimi’dir. Aklın, Halık’a nisbet gibi bu da Akl’a nisbet edilir.

3. Kelime: Ebu Abdillah Muhammed b. Vehb el-Kureşi’dir.

4. Sabık: ebu’l-Hayr Seleme b. Abdilvehhab es-Samiri’dir. Kelimeye yardımcı olarak yaratılmıştır.

5. Tali: Ebu’l-Hasan b. Ahmed et-Tai es-Semuki’dir. Cismani dünyanın yaratılması ona nisbet edilir.

Beş hududdan her birinin kendine has renkleri vardır. Yeşil Akl’ı, kırmızı Nefs’i, sarı Kekime’yi, mavi Sabık’ı ve beyaz Tali’yi temsil etmektedir.

Dürzîlerin bu renklerden oluşan bayrakları Beyrut’ta ve ABD’deki Dürzî merkezlerinde asılmaktadır.

Dürzîlerin inanç esaslarından bir diğeri de yedi esası bilmektir. Kaldırılan yedi akidenin yerine (kelime-i şahadet, namaz, oruç, hac, zekât, cihad ve velayet) konan yedi ahlaki öğüt, vesaya veya hisal olarak isimlendirilir. Bu öğütler; doğru sözlü olmak, iman kardeşlerini korumak ve karşılıklı yardımlaşmak, önceki tüm ibadetlerin ve dinsel inançların terk edilmesi, İblis’i ve bütün şer güçleri tanımama, Hâkim’in tek Tanrı olduğuna inanmak, Hâkim’in buyruk ve fiillerine rıza göstermek, açık ve gizli onun ilahi iradesine teslimiyettir. ‘Doğru sözlü olmak bütün Dürzîlerin dini ve dünyevi görevleri arasında yer almaktadır. Ancak zor durumda kalındığı takdirde kendi mezheplerine mensup olmayandan doğrunun gizlenmesi caiz görülmüştür.’[153]

Dürzîlerde tenasüh inancı da mevcuttur. Fakat tenasühte ruhun hayvan ve bitkilere de geçtiğini çağrıştırdığından Dürzîler bu kelimeyi kullanmaktan sakınmışlar ve tekammus (gömlek değiştirme) terimini kullanmışlardır.

Dürzîlere göre ahiret günü, kıyamet günü anlamına gelmektedir. Çünkü ruhun ölümü veya dirilmesi söz konusu değildir. Hesap günü ruhların gelişmesinin son mertebesidir ve değişik gömleklere intikal ve geçiş son bulacaktır. Hesap dününden sonra yeryüzü cennet halini almış olacaktır. Hâkim’in yönetimindeki erdem devleti yeryüzüne hükmederek ilahi bilgi muvahhidlerin ödülü, aşırı şekilde yaşayanların da cezası olacaktır. Bundan sonra adalet daima üstün gelecek, iyilik ve güzellik daima ortaya çıkacaktır.[154]

Dürzîlik, kadın erkek eşitliğine dayalı bir sistem öngörür ve evlilikte her iki tarafın eşit haklara sahip olduğunu savunur. Dürzî inancını benimsemeyen biriyle evlilik kesin olarak yasaklanmıştır. Birden fazla evlilikte yasaklanmıştır. Boşanmak hoş görülmez ancak yasaklanmış değildir. Çocukların sünnet edilmesi, cenaze işlemleri, yeme ve içme kültürü İslami ölçülere göre devam etmektedir. Dürzîler, ibadet, muamelat ve ahkâm hususunda, Hanefi hukuk sistemini benimserler. Ancak Hanefi ekolünden farklı uygulamalar da söz konusudur.

Dini bakımdan Dürzîler, Akıllılar (Ukkal) ve Cahiller (Cuhhal) olmak üzere ikiye ayrılır. Ukkal derecesine yalnızca dini eğitimini tamamlamış olan seçkin kişiler ulaşabilir. Ukkal sınıfına dâhil olabilmek üzere en az kırk yaşına ulaşmak gerekir.

Dürzîlerin, sadece mezhep mensuplarına açıklanan batıni te’villere, sembollere, sırra ve gizeme dayalı bir din anlayışları vardır. Bilinen kısmıyla Dürzîliğin inançsal ilkeleri ve öğretileri, İsmailiyye, aşırı Tasavvufi akımlar ve ilhad gruplarının düşünce sistemlerinin yanı sıra Musevilik, Hıristiyanlık, Yeni Eflatuncu ve Maniheist inanışların karışımı bir karma yapı arz etmektedir. Dürzîlerin müstakil bir din mi olduğu yoksa İslam Mezhebi mi olduğu da tartışmalıdır. Kutluay, bu konuda şu açıklamayı yapmaktadır. ‘Bir mezhepten ziyade bir din hüviyetine bürünen Dürzîlik ve Nusayrilik’in ‘İslami’ karakterlerinden bahsetmek güçtür.’[155] Fığlalı’ya göre de inanç esasları bakmından, Dürzîleri İslam’ın içinde görebilmek mümkün değildir.[156]

'5. 'NUSAYRÎLİK


a. 'Ortaya Çıkışı

Nusayrilik, Ebu Şuayb Muhammed b. Nusayr en-Nemiri (270–884) tarafından kurulan ve Hüseyin b. Hamdan el-Hasibi (346–957) tarafından sistemleştirilen, Hz. Ali’yi İlah kabul eden, tenasühe inanan ve dini metinleri anlamada batıni yorumları esas alan bir mezheptir.[157]

Massigman, Nusayri isminin veriliş ihtimallerini şöyle sıralıyor: Nasranî sözcüğünün bozulmuş şeklidir. Nazerini (Latince Hıristiyan) kelimesinden türemiştir. Nasuraya (Kûfe yakınındaki bir köy) ‘dan türemiştir. Muhammed İbni Nusayr namiri Addi’ye nispetle türemiştir. Şehristani Nusayrilikten bahsettiği halde nerden isimlendiğini bildirmemiş; Nevbahti ise ibni Nusayr’ın kurduğu tarikata Nümeyriyye demiştir. Günümüzde Nusayriler kendilerine Alevi denilmesini yeğlerler fakat istemeden de olsa Nusayri ismini kabul ederler.[158] ‘Tarih boyunca Nusayri olarak anılan bu fırka I. Dünya Savaşı’nın ardından bölgeyi ele geçiren Fransızlar’ın talebi, mensuplarının da uygun görmesiyle Alevi adıyla anılmaya başlanmıştır. Nusayrilere diğer Alevi kesimlerden ayrılmaları için Nusayri Aleviliği, Arap Aleviliği, Suriye Aleviliği, Çukurova Aleviliği ve Akdeniz Aleviliği isimleri de verilmektedir.’[159] ‘Türkiye’de Nusayrilere, Hatay Alevileri, Arap Uşağı ve Fellah da denilmektedir.’[160]

Nusayrilere göre her imamın bir babı (kapısı) vardır. Bu inanış Hz. Muhammed’in “Ben ilmin şehriyim Ali de kapısıdır” hadisine dayandırılır. Buna göre 11. İmam Hasan el-Askeri’nin babı Ebu Şuayb Muhammed b. Nusayri en-Nümeyri’dir. 12. İmam Muhammed el-Mehdi’nin bir babı olmadan gıyaba karışmıştır. İbn Nusayr’ın ölümünden sonra yerine Muhammed b. Cündep onun yerine de Ebu Muhammed Abdullah b. Muhammed el-Cenan el-Cünbülani geçmiştir. Cünbülani zamanında fırka tasavvufi bir boyut kazanmıştır. Asıl değişim ise onun yerine geçen Ebu Abdullah Hüseyn b. Hamdan el-Hasibi zamanında yaşanmıştır. Nusayriler konusunda araştırmalar yayımlayan M. Reyhanî’ye göre Muhammed b. Nusayr, gerçekten bir mezhep kurucusu değildir. O İmam Hasan el-Askerinin talebesidir ve kendisi de Ehli Beytin adap ve kültürüne göre talebeler yetiştirmiştir. Talebelerinin talebelerinden olan el-Hasibi mezhebe benzer bir oluşum içinde olmuştur. Seyyid Hüseyn b. Hamdan el-Hasibi Nusayrilerin ikinci piridir. Halep’te bulunan türbesi Şeyh Yaprak adıyla ziyaret edilir. ‘Hamdan el-Hasibi’ye nisbet edilen ve on altı bölümden oluşan Kitabu’l-Mecmu adlı eser mezhebin kutsal kitabı niteliğindedir.’[161]

Hamdan el-Hasibi’den sonra mezhebin liderliğini Muhammed b. Ali el-Cilli (384–994) ve Ebu Said Meymun b. Kasım et-Taberani (426–1034) üstlenmiştir.’[162] Nusayriler 1048 yılına kadar Bap ve ardılları tarafından yönetildiler. Halep, Lazkiye ve Bağdat dini merkezleri oldu. Bu dönemde gizliliğe bürünen Alevilik 20. yy.a kadar bu gizliliğini sürdürdü.

b. 'Görüşleri

Nusayriyye fırkası Bâtınilikten doğan dini bir akımdır. Bunlar görünüşte Hz. Ali’nin Allah, Hz. Muhammed’in hicap ve Selman’ı Farisi’nin bap olduğunu söylerler. Nusayri imamlar, Allah’ın cismani suretler biçiminde göründüğünü ve bu suretleri Ali evlatlarının temsil ettiklerini söylerler ve hulûl nazariyesine inanırlar. [163]

Nusayriler arasında Hz. Ali’nin bizzat İlah olduğunu savunanlar olduğu gibi, ulûhiyetin Ali’ye hulul ettiğine inananlar da vardır. Kitabu’l-Mecmu’da Ali’nin ilahlığı açıkça belirtilmektedir. Nusayrilere göre Ali görünüşte imamsa da batınî olarak Allah’tır. Nusayrilere göre kelime-i şahadet, ‘Ben şahadet ederim ki, Ali b. Ebi Talib’ten başka İlah yoktur, övülmüş Muhammed’den başka hicap yoktur, kendisine yönelinen Selman el-Farisi’den başka bab yoktur.’ şeklindedir.[164]

Nusayriler, iki ana kola ayrılmışlardır. Birinci kol, Haydarilerdir. Bunlara göre Ali göktedir. İkinci kol ise Kilazilerdir. Bunlara göre ise Ali’nin yeri Ay’dır. Her iki kola göre de şarap ulûhiyetin amblemidir. Bu nedenle ilahi nur olarak gördükleri şaraba ve üzüm asmalarına çok önem verirler.[165]

‘Nusayrilikte Ayn-Mim-Sin yani mana-isim-bap anlayışı vardır. Ayn yücedir, esastır, a’la’dır, Ali’dir. Bu mana’dır. Mim, Hz. Muhammed’dir. İnsanlığın din serüveninin adı, özü, ismi, Hz. Muhammed’dir. Sin, Selman’dır. Yüce olan, a’la olanın babıdır. Selman bilgindir, âlimdir, rehberdir, örnektir ve Selman-ı Paktır.[166]

Nusayriler gökteki yıldızlar gibi yerde de yıldızların bulunduğuna inanırlar. İyilik, hizmet ve sevgi örneği insanlar daima bulunacaktır. Yerde bulunan yıldızlar beş tane sahabedir ve bunlara beş Eytam adı verilir. Bu sahabeler: Ebu Zer el-Gıfari, Mikdat b. Amr, Abdullah b. Revaha, Kanber el-Devsi ve Osman b. Ma’zun’dur. Bu beş kişinin hareketlerinin merkezinde Allah, Ku’ran, Hz. Muhammed, Ehli Beyt ve on iki imamlar vardır.’[167]

‘Nusayri inançlara göre âlem kadimdir. Ahirette yeniden dirilmenin aslı yoktur. Cennet ve Cehennem asılsız şeylerdir. Beş vakit namaz beş şahsa delalet eder. Bu şahıslar Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Muhsin ve Fatıma’dır. Nusayrilere göre bulutlar Hz. Ali’nin evidir. Gök gürültüsü onun sesidir. Bu sebeple onlar bulutlara çok hürmet gösterirler. Şaraba, üzüme ve sakız ağacına da çok saygı beslerler.’[168] Nusayrilere göre yukarıda saydığımız beş kutsal şahsın ismini zikretmek insanı gusül ve abdest mecburiyetinden azade kılar. Bu şahısların ismini zikretmek namazın şartlarını yerine getirmek demektir.

Nusayrilere göre oruç, Hz. Muhammed’in babası Abdullah’ın sessizliğini sembolize eder. Zekâtın anlamı ise, dini öğrenmek ve insanlara öğretmektir.[169]

Nusayrilerde tenasüh inancı şu şekilde işlemektedir. İnsanın ruhu ölümle birlikte yeni bir canlının bedenine geçer. İnsan kötülükten arınıncaya kadar farklı bedenlerde dünyaya gelir. Nusayri olmayanların ruhları ise hayvan cesetlerine girer. Nusayrilere göre kadınlar, şeytanların günahlarından yaratılmışlardır ve ruhları yoktur. Kadınlara mezheple ilgili bilgilerin verilmesi yasaktır. Kadınların mü’min olmaları istenirse, ölümden sonra erkek olarak tekrar dünyaya gelirler.[170]

“Belirli insanları İlahlık mertebesine yükselten Nusayrilerin kabul ettikleri çeşitli sureler vardır. Bunlardan bir tanesi şöyledir.” ‘Üçüncü sure, Ebu Said’in kutsallığı hakkındadır. Ey bütün mülklerin Maliki, ey bütün dinlerin emiri. Ey ezeli olan, ey tövbeleri kabul eden, tövbe kapılarını genişleten, ey insanlara dilediklerini veren Ali. Beş seçilmişin, altı tecellinin, yedi parlak yıldızın, sekiz güçlü arşın taşıyıcısının hakkı için senden diliyorum. Ey külli gaye, ey dinlerin emiri, ey yüce hükümranlığın sahibi, ey kendisi tek, ismi tek ve kapısı tek olan sen… Bizi kurtarmanı ve gökyüzündeki yıldızlar gibi bize de nurlu gömlekler giydirmeni diliyoruz.’[171]

‘Nusayrilikte şeyhlik genelde babadan oğla geçer. Şeyhin zina, cinayet, yetim hakkı yemek gibi büyük günahları işlememiş olması, ilmi ve ahlakı ile topluma örnek teşkil etmesi gerekir.’[172]

Nusayrilikte bir kişinin mezhebe girişi törenle gerçekleştirilir. Bir çocuğun mezhebe girebilmesi için ana babasının Nusayri olması, erkek olması, sağlıklı bulunması ve ölümle tehdit edilse bile sır saklayabilecek derecede güvenilir olması gerekir.[173] Nusayriler evlilikleri kendi içlerinden yaparlar, dışarıdan kız alıp vermezler. Nişan ve nikâhla ilgili adetler, yaşadıkları toplumun örflerine göre şekil almıştır.‘Bâtınilerde olduğu gibi Nusayrilerde de propaganda usulleri vardır. Bu fırkanın en yüksek derecesi, el-Belağ el-Ekber veya en-Namus el-Azam dedikleri mertebedir. Bu dereceye varanlar, Allah’ı inkâr ederler ve bütün dini yasakları işlemekten çekinmezler. Kısacası ibahata dalarlar.’[174]

C. ŞİİLİĞİN GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU

20. yüzyılda dünya Müslümanlarının yaklaşık %10’unu oluşturan Şia’nın en önde gelen kolu İmamiyye’dir. İsmaililik, İmami görüşlere en yakın olan Şia’nın yaşayan kollarından birisidir. Zeydilik her ne kadar Şia’nın kolları arasında sayılmakta ise de, daha çok Ehl-i Sünnet’e yakındır. Nusayrilik ve Dürzîlik Şii bir zemin üzerinde, bu fikirlerden beslenerek doğmuş olan; fakat Şia’dan bir hayli uzaklaşmış olan fırkalardır.[175]

Günümüzde İran nüfusunun %90’ı İmamiyye Şia’sına mensuptur. Fıkıhta Caferi’dirler. İran’ın resmi mezhebi İmamiyye’dir. İran’da dini hayat Mollaların kontrolü altında yürütülmektedir. Mollalar, dini eğitim veren ‘Havza-i İlmiye’lerde yetişmektedirler. Irak nüfusunun %60’ı Şii’dir. Irak’ta Şiilik İmamiyye mezhebine göre şekillenmiştir. Irak Şiiliğinde Araplık unsuru etkilidir. Lübnan’da Şiiler Müslüman nüfusun %40-45’ini teşkil etmektedir. Kuveyt’in yaklaşık %24’ü İmamiyye mezhebine bağlıdır. Suudi Arabistan’da nüfusun %4-6’sını oluşturan Şiiler Hasa, Katif, Hufuf ve Sayad şehirlerinde yoğunlaşmışlardır. Bahreyn’de Şii nüfus çoğunluktadır. Katar’da nüfusun %16’sını Şiiler oluşturmaktadır. Birleşik Arap Emirliklerinde yaklaşık yüzde otuz civarında Şiiler bulunmaktadır. Azerbaycan’da nüfusun %75’i İmamiyye mezhebine bağlıdır. Pakistan’da yaklaşık Bir milyon civarında İmamiyye mezhebi mensubu vardır. Hindistan’daki Müslümanların yaklaşık %2’si İmamiyye ve İsmailiyye mezhebine mensuptur. Afganistan’da yüzde on-on beş civarında İmamiyye mezhebine mensup Şii vardır. [176]

Yemen nüfusunun %55’ini Zeydiler oluşturmaktadırlar. Ayrıca Ürdün, Arap ülkeleri, Amerika ve Almanya’da Zeydiler yaşamaktadır.[177]

Günümüzde İsmailiyye’nin Müstaliler ve Nizari İsmaililer olarak bilinen her iki kolu da yaşamaktadır. İsmaililer dünyanın farklı bölgelerine yayılmışlardır. Yirmiyi aşkın ülkede varlıklarını sürdüren İsmaililerin nüfusunun yirmi milyondan fazla olduğu söylenmektedir. İsmaililer, orta doğuda İran, Suriye, Lübnan, Irak ve Kuveyt’te; Asya’da Afganistan, Pakistan, Tacikistan, Hindistan, Burma, Malezya ve Sri Lanka’da; Afrika’da Kenya, Uganda, Tanzanya, Zanzibar, Kongo ve Güney Afrika’da yaşamaktadırlar. Dünyanın birçok ülkesinde cemaatler halinde yaşamakta olup güçlü bir şekilde örgütlenmişlerdir. Kanada’da yedi, A.B.D.’de 22 eyalette, Avrupa’da dokuz ülkede (Avusturya, Danimarka, Almanya, Hollanda, Norveç, İsveç, Portekiz, İngiltere ve Fransa) cemaatler halinde teşkilatlanmışlardır. Avustralya’da da cemaatleri vardır. Mustaliler kendi aralarında Davudi ve Süleymani olarak ikiye bölünmüşlerdir. Davudilerin merkezi Hindistan, Süleymanilerin ise Yemen’dir. [178]

Günümüzde Nusayriler çoğunlukla Suriye’nin Lazkiye ve Cebel-i Ensariyye yöresinde, Lübnan’ın kuzey bölgesinde, Türkiye’de başta Antakya olmak üzere Adana, Mersin, İskenderun ve Tarsus civarında varlığını sürdürmektedir. Ülkemizde Alevi-Nusayri toplumunu 350 bin civarında olduğu sanılmaktadır. [179] ‘Nusayrilerin yaşadıkları bölgede, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Fransızlarla Suriyeli yetkililer arasında gerçekleşen görüşmeler sonrasında 1920’de ‘Alevi Toprağı’ adı altında idari bir birim kurulmuştur. Bu isim 1922’de Aleviler Devleti olarak değiştirilmiştir. 1936’da burası Suriye Devlet’nin bir vilayeti kabul edilmiş, 1939’da Fransa Lazkiye bölgesine bağımsız bir statü vermiş, 1942 yılında Lazkiye İdaresi Suriye’ye katılmıştır.’[180] Nusayriler 1963 yılında silahlı kuvvetler ve Baas Partisinin etkisiyle Nusayri ya da Alevi birliği büyük güç kazanmış durumdadır.

Günümüzde Dürzîler, Lübnan’ın dağlık bölgelerinde, Suriye, Filistin, İsrail ve Ürdün’de dağınık topluluklar halinde yaşamaktadır. Lübnan anayasasına göre özel hakları olan Dürzîler, Ortadoğu’da en önemli dini, siyasi ve ekonomik güçlerden birisidir. Lübnan’da şahıs hukukuyla ilgili işlere bakmakla görevli beş bölgede kurulmuş dini mahkemeleri vardır. Ayrıca bugünkü Suriye yönetiminde büyük etkinlikleri vardır. Göçler nedeniyle Afrika, Avrupa, Brezilya, Arjantin, Meksika, Kanada, Amerika, Venezüella ve Avustralya’da az sayıda Dürzî topluluklar bulunmaktadır. Dünyada toplam Dürzî nüfusunun 450 bin olduğu tahmin edilmektedir.[181] Lübnan’daki Dürzîlerin sayısı150–170.000, Suriye’de ise 260.000 civarındadır. Suriye’deki Dürzîlerin 15.000 kadarı Halep yöresinde, 20.000’in Şam ve çevresinde, 25.000’i Güney Suriye’de ve 200.000 kadarı da Cebelidürz’de yaşamaktadır. Ürdün’de Dürzîler, Amman ve Zerka’da yaşarlar ve sayıları 3.000 civarındadır. İsrail’deki Dürzîler, Batı Celile ve Kermel dağı eteklerinde bulunur ve sayıları 30.000 civarındadır.[182] Dürzî nüfusunu 2 milyona kadar çıkaranlar da vardır.

























ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

İBADİLİK

A. 'ORTAYA ÇIKIŞI

İslam’da ortaya çıkan ilk fırka hariciliktir. Genel temayüle göre Hariciler, ilk defa Sıffin Savaşı’ndaki Hakem Olayı’ndan sonra ortaya çıkmış bir gruptur. Onlar önce Hz. Ali’yi tahkime zorladılar. Daha sonra bundan vazgeçerek tahkimi reddettiler ve Hz. Ali’den de hakemden vazgeçip tövbe etmesini istediler. İstekleri kabul edilmeyince Hz. Ali’nin ordusundan ayrıldılar.

Hariciler, dini konularda sert tutumlarıyla tanındılar. İbadetlere çok önem verdiler. Ameli imandan bir cüz sayıp İslam’dan çıkmayı kolaylaştırdılar. Bu katı tutumları sebebi ile fırkalara bölündüler ve zamanla tarih sahnesinden silindiler. Haricilerin İbadiye kolu söylemini yumuşaklaştırdığı için günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.

İbadiler, diğer haricilere nispeten söylemlerini yumuşaklaştırmışlar, kendilerinden olmayan Müslümanları tekfir etmemişlerdir. “İbadiyye fırkası ismini Abdullah b. İbad el-Mürri et-Temimi’den alır. Kuzey Afrika ve Umman’da İbazi yerine Ebazi olarak telaffuz edilmektedir. Umman İbadilerine, Beyasi, Biyasi veya Beyazi de denmektedir. İbadiler ise kendilerini Muhakkime el-Ula veya Abdullah b. Vehb er-Rasibi’ye nisbet edilen Vehbiyye’ye bağlamaktadırlar. Ancak kendi eserlerinde kendilerini Ehlü’d-Da’ve, Ehlü’l-iman ve’l-istikame, Ehlü’l-Adl ve’l-istikame ve Cema’atu’l-Müslimin olarak tanımlamaktadırlar.”[183]

Eş’ariye göre İbadiler kendi aralarında dört fırkaya ayrılmışlardır. Birinci fırka Hafsiyye’dir ve imamları Hafs b. Ebi’l-Mikdam’dır. İkinci fırka Yezidilerdir ve imamları Yezid b. Üneyse’dir. Yalnız bunları müstakil bir mezhep olan Yezidilikle karıştırmamak gerekir. Üçüncü fırka Haris el-İbadi’nin taraftarlarıdır. Dördüncü fırka ise Ebu’l Hüzeyl’in taraftarlarıdır.[184] Şehristani ise İbadiler’in üç fırkaya ayrıldıklarını söyler ve Ebu’l Hüzeyl’in taraftarlarını İbadi fırkası olarak aktarmaz.[185]

İbadilik, Hariciliğin bir kolu olan Ezarikanın Emevilere karşı 685 yılında yapmış oldukları isyana katılmayıp Basra’da kalan haricilerden meydana gelen bir fırka olarak ortaya çıkmıştır. Basra’da kalan bu hariciler Abdullah b. İbad’ın etrafında toplanmışlar ve onun görüşlerine tabi olmuşlardır. “Abdullah b. İbad’ın başkanlığında Basra’da sakin bir hayat geçiren İbadilerin bu devrine Kitman devri denir. Kitman hali siyasi anlamda bir imamın bulunmadığı durumdur.”[186] Emevi idaresine karşı başkaldırmaksızın onun imamlığında ‘Cemaatu’l-Muslimin’ olarak gizli bir şekilde yaşandığı için, bu devreye Kitman devri denmiştir.[187]

Abdullah b. İbad’dan sonra yerine İbadi tabakatında halefi olarak gösterilen, fırkanın büyük bilgini Ebu’ş-Şa’sa Cabir b. Zeydel-Ezdi geçti. Cabir, gerek müfrit Haricilerle gerek diğer Müslümanlarla giriştiği münazaralarla İbadi akidesini kurmuş ve bu faaliyetlerinden dolayı Umdetu’l-İbadiyye veya Aslu’l-Mezhep unvanını almıştır.

Cabir’den sonra onun yerine talebesi Ebu Ubeyde Muslim b. Ebi Kerime et-Temimi Basra İbadilerinin başına geçmiştir. Ebu Ubeyde taraftarlarını ustalıkla idare ediyor ve isyan hareketlerinden sakınıyordu. Ne var ki İbadiler arasında ihtilalcı akımların ortaya çıkmasına engel olamadı. Taraftarlarının bölünmesinden çekindiği için mecburen kuud halinden zuhur haline geçti. Ancak onun harekete geçişi diğer hariciler gibi şehri terk etmek şeklinde olmadı. O, çok akıllıca bir siyaset uygulayarak Basra İbadiliğinin bir propaganda ve eğitim merkezi olmasını sağladı. Bir bakıma ihtilal hükümeti denilebilecek bir teşkilat kurdu. Ebu Ubeyde etrafında, diğer şehirlerden gelip dailik için eğitim gören talebeler topladı. Bu dailer eğitimlerini tamamladıktan sonra ‘ilim taşıyıcıları’ (hamalatu’l-ilm) veya ‘nakalatu’l-ilm’ adı altında yerine getirdikleri bu görevi İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde ifa adıyorlardı. Belli bir taraftar kitlesi elde ettikleri anda da zuhur halini ilan ediyorlardı. Şemmahi’ye göre İbadiye’nin, Mağrib, Yemen, Hadramevt, Umman ve Horosan’da tanıtılıp, yayılmasını bu ekipler sağlamıştı. [188] Basra İbadiliği genel olarak kuud halinde geçmiştir.



B. 'GÖRÜŞLERİ

İbadiler, Müslümanlardan kendilerine muhalif olanların yurdunu Darü’l-İslam olarak görürler. Ama Sultanın karargâhını darü’l-bağy olara görürler. Kendilerinden farklı düşünenlerin şahitliklerini caiz görürler. Büyük günah sahiplerini Tevhid ehli olarak görürler ancak “mümin” demezler.[189]

İbadiler, İmamlarına Emiru’l-müminin demedikleri gibi kendilerini de muhacir olarak adlandırmazlar. Onlara göre teklif ehli fena bulduğunda âlemin tamamı da fena bulur. Şu husus üzerinde de ittifak etmişlerdir: Büyük günah sahibi, nimeti inkâr etme anlamında kâfir olup dini inkâr konusunda kâfir değildir. İbadiler, müşrik çocuklarının tekfiri meselesinde fikir belirtmeyip intikam üzere azap edilmelerini ve Allah’ın lûtfu gereği cennete girmelerini de caiz görmüşlerdir. İbadiler nifakın şirk olup olmaması konusunda tereddüt etmiş ve şöyle demişlerdir: Allah Resulü’nün devrinde yaşayan münafıklar Tevhid ehliydiler. Ancak büyük günah işlemişlerdi. Onların küfrü şirk nedeniyle değil büyük günah sebebiyledir. Yine onlara göre Allah Teâlâ’nın buyurduğu her emir hususi değil umumidir. Allah Teâlâ’nın emirleri mümin, kâfir herkese yöneliktir. Kur’an’da tahsis yoktur. İbadilere göre Allah Teâlâ’nın yarattığı her şey O’nun Vahdaniyetine delalet eder. [190]

Kâbe’ye dönerek namaz kılan (yani Müslüman olan), fakat bize muhalif olan kimseler, bu hareketleri yüzünden Allah’a ortak koşmuş sayılmazlar. Onlar sadece kâfirdirler. Bu sebeple kendileriyle nikâhlanılabilir. Mirasları helaldir. Bu kimselerle savaş yapıldığında, ele geçirilen silah ve sürü gibi ganimetler helal, bunun dışında kalanlar haramdır. İş yapma gücü (istitaa) bir arazdır, fiil onun sebebi ile meydana gelir. Kulların işledikleri fiiller her bakımdan Allah’ın yarattığıdırlar. Kul bu fiilleri mecazen değil gerçekten iktisap eder. [191]

İbadilere göre Kur’an-ı Kerim yorumlama (te’vil) veya açıklamaya (tefsir) ihtiyaç duyulmaksızın gerek ameli gerek itikadi hayatta değişmez bir şekilde ele alınan yegâne devlet nizamıdır. İnanmanın gereği, en saf şekliyle ve tam anlamıyla Allah’ın kitabı ve şeriatının hâkim olacağı bir devleti gerçekleştirmektir. Bu her bakımdan kusursuz bir devlet olacak ve bu devletin sınırları içinde yaşayan herkes, yanlışa düşmeden ve yanlış yola sapmadan İslam’ı yaşayacak ve adaleti gerçekleştirecektir. Adaletin gerçekleşebilmesi için bütün işlerin Allah’ın emir ve yasaklarına uygun olarak yürütülmesi şarttır. Zira devletin hâkimiyeti Allah’a aittir. [192]

İbadilerin uygun olmayan şartlarda ve İbadi olmayanların hâkimiyetleri altında bulundukları zamana Kitman devri denir. Kitman halinde yaşayanlar tarafından kendilerini korumak maksadıyla tayin olunan imam, kendilerine bir hücum vaki olduğunda veya düşmanlara karşı çıkıp hâkimiyetin elde edilmesi için bir faaliyette bulunduğunda, ona “İmamu’d-Difaa” (Savunma İmamı) adı verilir.

İmamlığın teşekkülü yani hâkimiyetin İbadilerde bulunduğu duruma da “Mesleku’z-Zuhur” (açık yol) denilir. Normal şartlarda ve usulüne uygun olarak açık yolla seçilen imama da “İmamu’l-Bey’a” veya kısaca “İmam” denir.

Umman İbadileri beğenmedikleri imamlara, “Melik” veya “Sultan” dediklerini; ayrıca imamlara “Seyyid” adının verildiği de bilinmektedir.[193]

İbadiye, imamet mevkiine getirilecek şahsın vasıfları hakkında Ehl-i Sünnet’ten bir noktada tamamen ayrılır. İbadiler, Ehl-i Sünnet tarafından ısrarla ileri sürülen “İmamlar Kureyş’tendir” hükmünü tamamen reddederler. Onlara göre imamet için soy hiç önemli değildir. Kendisi itaate layık olan ve Allah’a itaat eden, bir köle olsa dahi imam olabilir. Çünkü imamet, Allah’ın kitabı ve elçisinin sünnetinin ayakta tutmaktır. Bu şartları yerine getiren herkes, ister Kureyşli, ister Arap, isterse bir köle olsun imam olabilir.

İmametin vasiyet ve tayinle değil, ancak cemaatin icmaı, yani serbest seçimle gerçekleşeceği hususu İbadiye’nin en esaslı prensiplerinde biridir. Seçim için gerekli şart bey’attır. Bey’at baştan beri İbadiye’de imametin yegâne anlamı olarak görülmüştür.

İmamın ilk ve en esaslı vazifesi, Kur’an-ı Kerim’i bütün hükümleriyle yerine getirmek ve getirtmektir. İmam şeriatın tatbikinde, Allah’ın kitabıyla birlikte Hz. Peygamber’in sünnetine ve Hz. Ebu Bekir ile Ömer’in davranışlarına uyar ve bu uygulama sırasında katiyen tahkime yanaşmaz.

İmam gerekli gördüğü durumlarda savaş ilan edebilir ve savaşı bizzat idare eder. Namazda imamlık yapar, illere vali ve vergi amillerini tayin eder. İmamın bütün sahipsiz malları almaya da hakkı vardır ve bu türlü bütün mallar fakirin hakkıdır; sahipsiz her mal, İslam nizamının faydasına tahsis olunur.

Cihad, Allah yolunda müşriklere karşı savaşmak demektir. İbadiler, eğer başka şekilde mümkün değilse, kötülüğü ortadan kaldırmak ve adaleti teminat altına almak için dinin şiddet tarafı olarak gördükleri cihada başvurmanın zaruri olduğu kanaatindedirler.

Gerçek bir imam, diğer Müslümanları, yani muhaliflerini kendi imanına, gerçek dine çağırmalı; eğer reddederlerse, onlara karşı cihad ilan etmelidir. Cihad her Müslümanın üzerine farz-ı ayn hükmündedir.

İbadiye’nin itikadi görüşlerindeki temel esasları, Kuran-ı Kerim’in lafzına sımsıkı sarılmak ve onun ilk günlerindeki söz ve esaslarına ters düşen bütün tefsirleri, açıklamaları reddetmektir. İtikadi görüşlerinin temel taşını geniş bir şekilde ele alınan iman teşkil eder.

İbadiye’ye göre iman: İkrar, amel, niyet, sünnete uymak, imanda hiçbir kimse için illet tanımamak, hevaya meyletmemek ve takva yoluna uymaktır.

İbadiler, Allah’ın sıfatları konusunda teşbihe karşıdırlar. Onlar, Allah’ı kendi yaratıklarının sıfatları ile vasıflandıran kimse Allah’ı tanımamakta ve hataya düşmektedir, derler. İbadiye, Allah’ın Ganiy, Kadir, Âlim, Habir, Aziz ve benzeri sıfatlarla muttasıf olduğunu, fakat bunların bildiğimiz Kudret, Azamet, Yücelik, Hikmet, kuvvetle ilgisi olmadığını kabul eder. Allah, malı ile Ğaniy, kudreti ile Kadir, ilmi ile Âlim, görmesi ile Basir, kulağı ile semi’ değil, bizatihi Âlim, bizatihi Kadir’dir.

İbadiye’ye göre Kuran mahlûktur. Onların bu konudaki başlıca çıkış noktaları, Allah’ı şirkten tenzih etmek, Tevhid inanışını korumaktır. Şöyle ki eğer Kur’an, kadim, yani yaratılmamış ise Allah da kadim olduğu için, aynı anda iki kadim bulunacak ve bir iştirak söz konusu olacaktır. Oysa Allah’ın dışında hiçbir şey kadim değildir. Onun için de Allah’ın kelamı olan Kur’an, kadim olamaz. Dolayısıyla Kur’an’ın yaratılmış olması gerekmektedir. Diğer taraftan Kur’an’ı Kerim, harf ve sesten meydana gelmiştir. Bu ise ya cisimdir, ya da araz. Cisim ve arazın kadim olmadığı da açıktır.

İbadiye genel olarak hayır ve şerri ile kadere inanır ve “Allah her şeyin yaratıcısıdır, O’ndan başka yaratıcı yoktur” diyerek bu konuda Ehl-i Sünnete yaklaşık bir yol tutarlar. Onlara göre Allah’ın dilemesi (meşiyet) ve iradesi olmaksızın hiçbir şey olmaz. Bu sebepten hayrı da şerri de yaratan Allah’tır.

İbadilere göre Allah, dünyada ve ahirette görülemeyecektir. Onlar bu konuda şu ayeti delil gösterirler: “Gözler onu görmez, o, bütün gözleri görür. O latiftir, haberdardır”[194]

İbadilere göre büyük günah işleyen muvahhid, müşrik değildir; ancak büyük günahları inkâr ettiği takdirde müşrik olur. Bununla birlikte ne olursa olsun herhangi bir günahı işleme hususunda ısrar eden şirke girmiş olur.

İbadilere göre küfr, nimet küfrü (kufr’n-ni’met) ve şirk küfrü (kufru’ş-Şirk) olmak üzere ikiye ayrılır. Büyük günah işleyen bir Müslüman, mümin değil muvahhiddir, küfr’ü nimet içindedir. Bu kimsenin ceza çekeceği ve cehenneme gideceği şüphesizdir. Fakat cehennemde temelli kalmaması için yegâne kurtuluş yolu tövbedir.

C. 'AZZABE TEŞKİLATI

İbadiler kendilerini baskı altında hissettikleri, kendilerine has bir devletleri olmayıp başka devletlerin boyunduruğu altında yaşamak zorunda oldukları döneme Kitman devri derler. Zamanla bu kitman devrinde ibadi âlimleri, dinlerini ve varlıklarını muhafaza edebilecek ve kitman devrini devam ettirecek yeni bir nizam kurmayı düşündüler. Kurulacak bu nizam, zuhur dönemindeki imamet nizamının yerine kaim olacaktı. Nitekim Ebu Ammar el-Kâfi, İbadi şeyhlerinin Kitman döneminde, mezhep mensuplarının adil sultana sahip olmadıkları devirde, kurdukları “Azzabe Nizamının” adaletle iş yapan İmamet menzilinde olduğunu söyler.[195]

Kitman döneminin mümeyyiz vasfı, yok edilmek veya yasaklanmak istenildiğinde dini muhafaza etmektir. Resulullah’ın hicretten önceki yaşayış şekli buna esas teşkil eder. Azzabe teşkilatı, kitman devrinde yaşayan İbadilerin dinini muhafaza etmek ve İbadilerin varlığını idame ettirmek için kurulmuştur.

Azzabe, İbadiye mezhebine has; dini ve içtimai bir takım vazifeleri olan bir kurumdur, idari organdır. Cezayir’de Myzap vadisinde, Tunus’ta Cerbe ve Libya’da Cebel Nefuse’de hala mevcudiyetini devam ettiren bu nizam, İbadiliğin devamını, inançlarının muhafazasını ve bekasını sağlayan yegâne müessesedir.

Azzabe nizamı kurma görüşü ilk defa Ebu Zekeriyya Fasıl b. Ebi Misver el-yehresani tarafından dile getirildi. Azzabe meclisi ilk defa hicri V. Asrın başlarında (409/1019 yılları), Cezayir’in güney doğusunda, Myzap vadisinde “el-Atf” şehrinde kurulmuştur. Daha sonra İbn Bescen, Melika, Berrrian, Garrara, Cerbe ve Cebel Nefuse’de “Halkalar” teşkil etmiştir. Günümüzde Azzabe meclisinin en büyüğü Miyzap Vadisindeki Gardara şehrindedir. İbadi cemaatin dini, idari, içtimai ve mali işlerini yürüten Azzabe belli sayıda insanlardan meydana gelen bir heyettir. Ancak Azzabe Meclisi, Kitman döneminde, İbadi cemaatin en yüksek heyetidir. Hem dini hem dünyevi meselelerde mutlak hüküm sahibidir.

Azzabe meclisine girecek bir şahsın şu şartları taşıması gerekir: Edip olmak, ilim öğrenmekte kararlı ve istekli olmak, dünya işlerinden uzak; ahiret hayatına bağlı bulunmak, hafız olmak, içi dışı temiz ahlaklı ve abid bir kişi olmak. Azzabe bir kişiyi meclise almak istediklerinde mutlaka imtihan ederler; tutum ve davranışlarını izlerler. İzlenen kişi azzabe teşkilatındaki bir veya iki kişinin, onun güvenilir bir kişi olduğuna dair şahitlikleri üzerine meclise alınır. Azzabe meclisi 12–16 kişiden oluşur. Meclis şu kişilerden oluşur:

1. Şeyhu’l-Azzabe (veya Şeyhu’l-Halka)

2. Müsteşarlar; dört tanedir, bu sayı sabittir, artıp eksilmez.

3. İmam, günlük namazları ve diğer dini işleri idare eder, bir tanedir; müsteşarlardan birisi de imam olabilir.

4. Müezzin, bir tanedir.

5. Muallimler (veya urefa); üç tanedir, fazla da olabilir.

6. Hukuku’l-Mevta; bu işle görevli azalar da eşraftan ve zenginlerden olur; sayıları dört veya beş kişidir; ölenlerin teçhiz ve defin işleriyle uğraşırlar; bunlara “Gasiller” de denir.

7. Bölge kadısı.

8. Mescit görevlisi.



D. İBADİLERİN GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU

İbadiler günümüde Uman başta olmak üzere Hadramut, Zengibar, Libya, Tunus, Cezayir ve Batı Sahra’da yaşamaktadırlar. Uman’da bir buçuk milyonluk nüfusun yaklaşık %40-45’ini İbadiler oluşturmaktadır.[196] ‘Uman’da VIII. Yüzyılın ortalarından günümüze kadar altmışın üzerinde imam seçildiği bilinmektedir.’ Uman sultanı Kâbus b. Said, İbadi bir aileye mensuptur. ‘Son yıllarda Uman Kültür Bakanlğı’nın İbadiye kaynaklarını yayımlama konusunda büyük çaba sarf ettiği görülmektedir.’ Zengibar’da da hâkim olan aile ve çevresi İbadiye’ye mensuptur. İbazilik, Kuzey Afrika’nın özellikle Berberi kabileleri arasında yaygındır. Trablus’un Züvare ve Cebelinnefuse bölgelerinde, Tunus’un Cerbe mıntıkasında ve Cezayir’in Vercelan ve Vadiimizab mevkilerinde İbazilik devam etmektedir.[197]

Son zamanlarda İbadiler arasında Şafiilik ve Selifilik etkili olmaya başlamıştır. Müslümanlar arasındaki İbadi nüfusun yaklaşık olarak 2–3 milyon olduğu tahmin edilmektedir. [198]



























DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

YEZİDİLİK

A. 'ORTAYA ÇIKIŞI


“Yezidilik, Emevi soyundan gelen Ehl-i Sünnet çizgisindeki mutasavvıf şeyh Adi b. Musafir’e nispet edilen ve Yezid b. Muaviye’nin insanüsü bir varlık olduğu esasına dayanan bir mezheptir.”[199] ‘Yezidi isminin kaynağı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüşse de kanaatimize göre Yezid b. Muaviye’den gelmektedir.’[200]

Adi b. Musair Suriye’de Baalbek adlı şehrin Beytifar köyünde 465/1072 yılında doğmuştur. ‘Babası Musafir b. İsmail, soyu Emevilere dayanan bir din adamıdır. Annesinin ismi ise Yezda’dır.’[201] ‘Şeyh Adi hayatının ilk zamanlarını o dönemin ünlü mutasavvıflarıyla tanıştığı Bağdat’ta geçirmiştir. Orada Abdulkadir es-Sühreverdi’yle ve kendisiyle birlikte öğrenci olan daha sonra da beraber Mekke’ye giderek hacı olan Abdulkadir Geylani’yle tanışmıştır.’[202] ‘Şeyh Adi Bağdat’ta Gazali’den ders almıştır.’[203] Şeyh Adi ayrıca Hammad ed-Dabbas’tan, Kuzey Irak’a geçtiğinde kendisine hırka veren Ukeyl el-Mancibi’den ve Ebu’l-Vefa el-Hülvani’den ders almıştır.[204]

Şeyh Adi hayatının ilerleyen yıllarında Hakkâri’deki Laleş mevkiine yerleşmiştir. Şeyh Adi burada vaaz vermekle meşgul olmuştur. Vaazlarında Ehl-i Sünnet çizgisinden ayrılmamıştır. Şeyh Adi’nin tebliğ ettiği öğretiler bize kadar ulaşan dört risalesinde mevcuttur. Bunlar, Sünni İnanç (15 yaprak), Ruh Nasıl İyileştirilir? (3 yaprak), Halifeye Uyarılar ve Şeyh Qayd ve Öteki Çömezlere Uyarılar’dır Hepsi de geleneksel İslam inancına uyulmasını tavsiye eder.’[205] İtikat ehl-i Sünne ve’l-Cemaat isimli risalesinde Sünni geleneğine tamamen uygun düşen bir İman tarifi yapar. Risalenin sonuç bölümünde hiçbir yenilik getirmediğini ifade eder. Yezidilikte sonradan ortaya çıkan İslam’ın özüne aykırı uygulamaların Şeyh Adi tarafında başlatılmadığı son derece açıktır. Şeyh Adinin etrafında, onun karizmasından etkilenen bir topluluk meydana gelmiştir. Bu topluluk o zamanlar bir tarikat mahiyetindedir ve Adeviyye diye isimlendirilmiştir. ‘Şeyh Adi’nin münzevi yaşantısından dolayı zamanla kendisine mucizevî güçler atfedilmeye başlandı. Bir müridi onun her gece Kur’anı iki kez hatmettiğini söylemiştir. Dahası onun tuttuğu oruçlar yüzünden bir deri bir kemik kaldığı söylenir.’[206] Şeytan konusunda Yezidilerin sahip oldukları görüşlerin hiçbirisine Şeyh Adi de rastlanmamaktadır. Şeyh Adi’nin görüşleri onların görüşlerinin tam tersidir diyebiliriz. O Şeytan’a çok lanet okumuştur. Onların hem Yezid b. Muaviye hem de Şeytan konusundaki görüşleri Şeyh Adi’de çok sonraları ortaya çıkmıştır.’[207]

‘Şeyh Adiy, hayatının geri kalanını Laleş’te geçirmiştir. Önceleri Şamlı olarak tanınırken daha sonra el-Hakkâri (Hakkârili) olarak anılmaya başlanmıştır.’[208] Adi b. Musafir 1162’de öldü ve Laleş’e defnedildi. Mezarı kısa süre içinde ziyaret yeri haline geldi.[209]

Şeyh Adi ölmeden önce kendi yerine yeğeni Şakir Ebu’l Bereket’i seçmiştir. Yerine geçen yeğeni Ebu’l-Berekat b. Sahra’nın zamanında mürit sayısı bir hayli arttı. Öldüğünde Şeyh Adi’nin yanına defnedildi.[210] Bu şeyh zamanında da herhangi bir yeniliğe rastlanmamıştır. Yerine geçen oğlu Adi b. Ebu’l-Berekat yardımseverliğin babası olarak tanındı ve o ayrıca Hakkâri dağlarında doğmuş ilk şeyh olduğundan kendisine Kürt Adi de denilirdi.[211] Daha sonra başa geçen Hasan b. Adi Şemseddin zamanında farklılaşmalar görülmeye başlamıştır. ‘Yezidiler’in kutsal kitaplarından sayılan Kitap el-Cilve Şeyh Hasan’a atfedilmektedir. Ahmet Teymur Paşa’ya göre ise bu kitabın yazarı Şeyh Hasan değildir. Ona göre Şeyh Hasan, dinine bağlı, ilim ve edep sahibi, akıllı ve zeki birisiydi. Onun kalemi böyle bir basitliğe düşmez.

Şeyh Hasan’ın ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra İbni Teymiyye sapkın inançlarından dolayı Yezidilere karşı Reddiye yazmıştır ve bu da onların Sünni çizgiden uzaklaşmış olduklarının göstergesidir. İbni Teymiyye yazdığı eserinde Adeviyye’ye mensup insanların sahip oldukları sapkın inançları açıklamış ve onları bu durumu terk etmeye çağırmıştır. Bu inançları arasında Yezid b. Muaviye’ye duydukları aşırı muhabbet, şeyhlerini Peygamberlik makamında gördükleri hatta İlahlaştırdıklarını sayabiliriz. Nitekim İbni Teymiyye bu reddiyeyi yazarken Adeviler çoktan İslamın sınırlarını zorlayan Yezidi inancına kaymışlardı. Dikkat edilecek bir husus ise İbni Teymiyye’nin eserinde Yezidilerin Şeytana saygı duymalarıyla ilgili bir bilgi bulunmamasıdır. Bu da bize Şeytanla ilgili inancın daha geç dönemlerde ortaya çıktığını göstermektedir.[212]

B. 'GÖRÜŞLERİ

Yezidiler, sonsuz iyi olan bir Tanrı’ya taparlar. Yani Yezidilerde tek Tanrı inancı mevcuttur. Bu Tanrı’ya Kürtçe’de Huda denir.

Bu Tanrı, yeryüzündeki meselelere çok uzaktan ilgi duyar bu yüzden iktidarını kendisine yardımcı olan meleklere bırakmıştır. Bu meleklerin sayısının yedi olduğu söylenir ancak isimleri konusunda farklı bilgiler verilmiştir. Bu melekler; Tavuse Melek (tavus kuşu meleği), Sultan Ezi, İlahi ışığın ve Meryem’in oğlu İsa, Ezrail, Cebrail, Şe Şems ve Şe Ferxeddin’dir.[213]

Yezidiler, meleklerin uluslara yeni yasalar getirmek için belli dönemlerde yeryüzüne indiklerine inanırlar. Görevleri bittikten sonra melekler tekrar Cennet’e çıkarlar.

Yezidilerde Tavus meleğinin mahiyeti bir hayli problem oluşturmaktadır. Tavus meleğinin İslam inancındaki Şeytan olduğu inancı söylenir. Yezidilere göre Şeytan ve İblis isimlerini ağza almak yasaktır. Onlar tavus meleğinin en güçlü varlık olduğunu söylerler. Tavus meleğinin kötü bir varlık olmadığını kanıtlamak için şöyle bir efsane anlatırlar. Bir gün Muhammed cennete çıkar, Allah ve melekler toplantı halindeyken onlara katılmak ister. Melek Tavus basit bir ölümlü olan Muhammed’in fazlalık teşkil ettiğini söyler. Kendisine kabaca cevap veren Muhammed’e sinirlenir ve onu yeryüzüne fırlatır. Bu duruma kızan Muhammed ona Şeytan ismini takar.[214]

Kuşkusuz Şeytan’ın durumu ilk zamanlardan beri Müslümanlar arasında özellikle de mutasavvıflar arasında merak konusu olmuştur. Bazı tanınmış şahsiyetler tarafından şeytan hakkında yapılan gerçek dışı açıklamalar, insanların zihnini bulandırmış olabilir. Örneğin Hallacı Mansur’un, Şeytan’ı büyük bir Allah aşığı gibi sunması, Şeytan’ın Âdem’e secde etmeyişini buna bağlaması gibi haberler Adevî tarikatının mensuplarınca da biliniyor olsa gerek. Bu tür haberler, insanlar arasında Şeytanla ilgili gerçek dışı inanışların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Yezidi geleneğinde melek tavusla ilgili birçok efsane mevcuttur. Özellikle Âdemin cennetten çıkarılışında melek tavusun rolü olduğu fakat bunun Allah’ın isteği üzere yapıldığı savunulmaktadır. Yani Yezidilerin Melek Tavus dedikleri varlık ile Müslümanların Şeytan olarak isimlendirdikleri varlık farklı değildir. ‘ Yezidiler Şeytan’a tapar mısınız? Sorusuna Biz bu kelimeyi anmayız. Biz ona Melek-i Tavus deriz. Onun cennetten kovulması diye bir şey yoktur. Hata, meyveyi yiyen Âdem’dedir.’ şeklinde cevap vermişlerdir.[215]

Yezidîlerde Melek Tavus’tan sonra en önemli yere sahip melek Sultan Ezi’dir. Bu melekle Emevi Halifesi Yezid kastedilir ve onun dünyaya gelişiyle ilgili efsaneler mevcuttur.[216]

‘Yezidiler namazınız nasıl? sorusuna biz beş vakit namaz kılmayız. Gusül yapmayız. Ancak Güneş doğarken ve batarken duamızı okur secde ederiz. Duadan önce, ellerimizi, ayaklarımızı ve yüzümüzü yıkayarak abdest alırız.’ şeklinde cevap vermişlerdir.[217]

Yezidiler Güneşin ve Ayı’n doğuş ve batışında dua ederler. Ellerini ve yüzlerini yıkadıktan sonra, ayakta, dua edecekleri yıldıza karşı (Güneş veya Ay’a) ellerini göğüslerine bağlayarak dururlar ve dua ederler. Herkes istediği duayı etmekte serbesttir. Güneşe karşı yapılan örnek bir dua metni şu şekildedir:

“Ey Şe Şims, bizi kötülüğe ve düşmanlığa karşı koru!

Tanrı, milletime karşı merhametli ol!

Tanrı, milletimi çoğalt!

Tanrı, çocuklarımızı koru!

Tanrı, sürülerimizi koru!

Tanrı, şahadetimiz Tavuse Melek’in adıdır!”

Dua okunduktan sonra kişi gömleğinin yakasını dudaklarına götürür, sonra secde eder ve yeri öper.[218]

Yılda, üçer gün süren iki oruçları vardır. Biri güneş bayramında (İda Roja), diğeri de hıdır İlyas bayramındadır.[219] ‘ Yezidiler, sizin orucunuz nasıl? sorusuna biz yılda dokuz gün oruç tutarız. Yalnız üç gün oruçtan sonra üç gün tutmayız sonra tekrar üç gün tutarız. Üçer gün ara vererek 9 gün orucu tamamlarız. Onuncu gün kurban keseriz. Kurban bayramında da koyun keseriz. İmamlar 40 kın kışın 40 gün de yazın olmak üzere toplam 80 gün oruç tutmak zorundadır.’ Cevabını vermişlerdir.[220]

Yezidiler dört tanesi sabit, dört tanesi de değişken olmak üzere toplam sekiz bayram kutlarlar. Sabit bayramlar Dört tane sabit bayramları vardır. Güneş bayramı, 1 Aralık’ta kutlanır ve üç gün oruç tutulur.

Sultan Ezi Bayram’ı (İda Ezi), Güneş Bayramında tutulan oruçtan hemen sonra kutlanır ve büyük bir ziyafet verilir.

Hıdır İlyas bayramı (İda Xidir Elyas), 18 Şubat’ta kutlanır, kutlamadan önce üç gün oruç tutulur.

Yeni yıl bayramı (İda Sersale), Nisan’ın ilk Çarşambasında kutlanır. Bu bayramda kurban kesilir, tarlalardan toplanan çiçeklerle evler süslenir ve gece sevinç ateşleri yakılır.

Değişken bayramlar: Ölülerin bayramı (İda Dâhiye), üç yıl Nisan’da, üç yıl yazın ilk ayında, üç yıl sonbaharda ve üç yıl Aralık ayında kutlanır. Beş altı gün sürer, ölülere armağanlar götürülür.

Ramazan bayramı (İda Remezan), Müslümanların kutladıkları Ramazan bayramından üç gün önce kutlanır.

Hacılar bayramı veya kurban bayramı (İda Heciya veya İda Kurban), Müslümanların kurban bayramından iki gün önce kutlanır.

İsa bayramı (İda İsa), yaklaşık olarak Paskalya’ya denk düşer.

Yezidilerde kutsal sayılan sancaklar vardır. Sancaklar, Melek Tavus’un kendi suretini verdiğine ve kendisinin yaptığına inanılan son derece kutsal olan bir tür heykellerdir. Bunlar her sene kevaller tarafından Yezidi köylerine götürülür ve bağış toplanır. Sancaklar Yezidilerden büyük saygı görür. Yedi tane sancak vardır ve her birinin ayrı adı vardır.[221]

Yezidilerin mavi renk elbise giymeleri yasaktır. Alkol kullanımı hoş karşılanmaz. Marul ve karnabahar yemek haramdır.

Yezidilerin, Yezid b. Muaviye hakkındaki görüşleri aslında Şeyh Adiye dayanmaktadır fakat Şey Adi, Yezid hakkında aşırı bir görüşe sahip değildir. Şeyh Adi, ‘Yezid’i kâfirlere karşı savaşmış imam oğlu imam olarak nitelendirmiş ve onun lanetlenmesine karşı çıkmıştır.’[222] Anlaşılan Yezid hakkındaki aşırı görüşler de Şeyh Adi’den daha sonra ortaya çıkmıştır. ‘Yezidi inancında Yezid b. Muviye’nin ayrı bir yeri vardır. “Yezid hakkında Müslümanlar arasında farklı kanaatler mevcuttur. Şia’nın tutumu açıktır. Ehl-i Sünnet ise farklı görüşler ileri sürmüştür. Kimisi ondan nefret ederek lanet okumakta bir sakınca görmezken kimisi mutedil davranmıştır. Kimisi de bunlardan farklı düşünerek iyi niyetle yaklaştı. İşte Şeyh Adi b. Müsafir bunlardandır. ‘Yezidilerin Yezid hakkındaki inançları bu düşünceye dayanır. Onlar ilk önce Şeyhlerinin görüşüne bağlandılar. Sonra da diğerleri hakkında olduğu gibi Yezid hakkında da aşırıya gittiler. Önce onu veli yaptılar, sonra peygamber sonra da Yedi İlahlarından biri olarak kabul ettiler.’[223]

Yezidiler, ‘Adi b. Musafir’in mezarını ziyaret eder misiniz?’ sorusuna ‘Elbette ederiz orası bizim Kabemizdir.’ cevabını vermişlerdir.[224]

Yezidilikte çocuk dünyaya geldiğinde Laleş’ten getirilen su ile vaftiz edilir. Sünnet Yezidiler’de önemli bir ayindir. Yezidilerde herkesin bir ahiret kardeşi olması gerekir. Evlilikte damat gelinin ailesine tatmin edici bir başlık parası verir. Yezidiler’de genel olarak Yezidi olmayanlarla evliliğe izin verilmez. Ancak son zamanlarda evlenilecek kişini Yezidiliği kabul etmesi şartıyla buna izin verilmektedir. Birde fazla kadınla evlenmek serbest bırakılmıştır ancak bu çok yaygın değildir. Boşanma da serbesttir ama bu da çok vuku bulmaz. [225]Cenaze törenleri Şeyh tarafında yönetilir. Laleş’ten getirilen tozlar ölünün gözlerine, kulaklarına ve ağzına serpildikten sonra naaş beyaz kefen içinde defnedilir.

Yezidilerde bıyık kutsal sayılır. ‘Hepinizin bıyığı birbirine benziyor, bunun anlamı nedir? Sorusuna Bizde bıyık kutsaldır, kesmeyiz sadece biraz tıraş ederiz. Çocuklarınıza dini kim öğretir sorusuna ‘kendimiz öğretiriz ancak Irak’tan yılda bir kez büyük bir Pir gelir. O kadın erkek hepimizi toplar beraber dua ederiz’ cevabını vermişlerdir. Siz İslam mısınız? sorusuna ise biz İslam’ın Yezidi kolundanız ancak bizim dinimiz eskiden beri var. Sizinki değişmiş. Bizimki değişmeden devam ediyor.’ cevabını vermişlerdir.[226]






C. 'DİNİ ÖRGÜTLENME

Yezidilerde kast anlayışına benzer bir dini örgütlenme mevcuttur. Her yezidi doğduğu günden itibaren ait olduğu kastta büyür, evlenir ve yaşamını sürdürür. [227]

Yezidi hiyerarşisinin en yüksük rütbesi emirliktir. Emirlik, Şeyhan ailesine aittir. Emir manevi olsun dünyevi olsun en yüksek otoritedir. Kararlarına karşı çıkılmaz. Uzak yerlerde yaşayan yezidiler bile ona büyük saygı duyarlar.

Şeyhler, ikinci sınıfı oluştururlar. Efsaneye göre Şeyhlerin ataları, insanlara yasalar getirmek için görevli meleklerdi. Şeyhlerin görevleri genelde dinidir. Şeyh sorumlu olduğu müritlerin manevi rehberi olmalıdır. Bayramların tarihlerini belirlerler ve kutlamaları düzenlerler. Şeyhin evi kutsal mekân kabul edilir.

Diğer birsınıf pirlerdir. Şeyhler gibi Pirlerin de kökeni Şeyhandır ve birkaç aileden oluşurlar. Kürtçedeki pir kelimesi Arapçadaki Şeyh kelimesiyle aynı anlamı taşır. Pirlerin Şeyhlerden ayrı bir sınıf oluşturmalarının sebebi, etnik kökenleridir. Şeyhler Şeyh Adi’nin soyundan geldikleri için onun gibi Araplardır oysa Pirler, Şeyh Adi’nin Kürt müritlerinin soyundan geldikleri için Kürtlerdir. Pirler bir bakıma Şeyhlerin yardımcısı konumundadırlar. Ayin kutlamalarında Şeyhe yardımcı olurlar, Şeyhler olmadığında ise onlara vekâlet ederler.

Kevaller (hafızlar); kevallerin asıl görevleri, ikişer üçer kişilik gruplar halinde Yezidi topluluklarını ziyaret etmek ve sancakları insanlara sunmaktır. Bu sancaklar sunulurken bağışlar toplanır. Ayrıca kevaller ziyaret ettikleri yerlerde halka vaaz verirler. Toplanan bağıştan bir miktarı qevallere verilir.

Fekiranlar; bunlar hiçbir dini görevle yükümlü değildir. Bu sınıf aslında münzevi bir hayat tarzına talip olanların sınıfıdır. Fekiranların uymaları gerekli çok ağır vazifeleri vardır fakat günümüzde bu vazifelerine uydukları pek söylenemez. Fekiranların kendilerine özgü bir kıyafetleri vardır. Aslında bunlar ayrıcalıklı bir sınıftır. Tolumda bir tür dokunulmazlıkları vardır. ‘Bunların dışında, evlerini terk ederek Laleş’e yerleşmiş ve tapınağın odun ihtiyacını karşılayan hacılara Koçek denir. Bunlar bayramlarda ziyaretçilerin ihtiyaçlarını da karşılarlar. Ayrıca aralarında Melek Tavus’la konuştuklarını iddia edenler de olmuştur. Laleş tapınağında bir kadının yönetimi altında hizmet veren adlarına Fekriyet (evlenmemeye temin etmiş az sayıda dul ve kız) denen görevliler de vardır. Yezidilerde ruhani sınıftan olmayanlara Mürit denilmektedir.’ [228]

D. YEZİDİLİĞİN GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU

Yezidilerin yaşadığı yerler; Suriye’de Şam, Halep kentlerine bağlı köyler; İran’daki bazı kentler; Gürcistan’da Tiflis, Batum; Azerbaycan’da Bakü ve Erivan’ın köyleri; Kuzey Irak’ta Musul bölgesi ve (Şıngal) Sincar Dağlarıdır. Yezidiler, Türkiye’de Güneydoğu Anadolu bölgesinde ve Metropol şehirlerde yaşamaktadırlar. Mardin’in Midyat, Savur, Nusaybin; Urfa’nın Viranşehir, Ceylanpınar, Suruç; Diyarbakır’ın Çınar ve Bismil ilçelerine bağlı köy ve mezraları; Siirt’in Kurtalan ilçesi; Batman’ın Beşiri İlçesi ve Hakkâri çevresi yerleşik oldukları bölgelerdendir. Almanya, Fransa ve diğer Avrupa ülkelerine çalışmak için giden Yezidiler de bulunmaktadır. Dünyadaki toplam nüfuslarının 500–600 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Türkiye’de ise 3 binden 70 bine kadar değişik rakamlar telaffuz edilmektedir. [229]















BEŞİNCİ BÖLÜM

KADİYANİLİK'

A. 'KADİYANİLİĞİN ORTAYA ÇIKIŞI

Kadiyanilik, Mirza Gulam Ahmet Kadiyani tarafından kurulmuş dini bir harekettir. Mirza Gulam Ahmet’in başlattığı bu dini harekete Ahmediyye de denilmektedir. [230] “Mezhep mensupları ise mezhep yerine ‘Ahmediye Hareketi’ adını kullanmaktadırlar.”[231]

Kadiyanilik hareketinin başladığı yer olan Hindistan’da 18. Yüzyıldan itibaren büyük çalkantılar yaşanmıştır. Özellikle batılı güçlerin Hindistan’ı işgal etmeleri ve sömürge haline getirmeleri orada yaşayan Müslümanlar üzerinde büyük bir eziklik psikolojisi yaratmıştı. Ayrıca uzun yıllar Hindularla beraber yaşayan Müslümanlar onların inançlarından da az çok etkilenmişlerdi. Yakın zamanda mutasavvıflar arasında bir kurtarıcı fikri de iyice yaygınlaşmıştı. Özellikle Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın inanç esasları arasında bulunan Mesih inancı Müslümanlar arasında da yayılmıştı.

İşte Mirza Gulam Ahmet böyle bir ortamda 1839 veya 1840 yılında Pencap eyaletinin Gurdaspur bölgesindeki Kadiyan kasabasında dünyaya geldi. Onun doğum yılı ile ilgili farklı haberler mevcuttur. Mirza Gulam Ahmet’in babası Mirza Gulam Murtaza İngiliz idaresine tam bir bağlılık örneği göstermiştir. [232]

Gulam Ahmet, Kadiyan’da Kuran-ı Kerim, Arapça, Farsça, mantık ve felsefe öğrenimi gördü. Öğrenim hayatını tamamladıktan sonra bir müddet Sialkot’ta bölge mahkemesinde memur olarak çalıştı (1864–1868). “Orada hukuk sınavlarını vermek istediyse de başarılı olamamış ve babasının çağrısı üzerine Kadiyan’a geri dönmüştür.”[233] Sialkot’tan döndükten sonra inziva hayatına çekilen Gulam Ahmet babasının ölümüne kadar Kur’an, Tefsir, Hadis çalışmaları ve İslamiyet dışındaki dinleri de incelemeye başladı.[234]

Hıristiyan ve Hinduların İslam’a olan saldırılarına cevap vermek ve İslam’ı savunmak için yerel gazetelerde 1877–1878 yılları arasında yazılar yazdı ve Müslümanlardan büyük ilgi gördü.

Mirza Gulam Ahmet, daha sonra beş ciltlik Berahin-i Ahmediye adındaki eserini yayımladı. Eserinin ilk cildini 1880’de yayımladı ve bu eserinde Hindularla Hıristiyanları eleştirdi. İkinci cildinde de İslam’ın doğruluğunu ispatlamaya çalıştı. Eserin üçüncü ve dördüncü cildinde ise vahyin kesilmediğini, Hz. Peygamber’e tam olarak uyan birisinin onun zahir ve batın bütün bilgileriyle donatılacağını öne sürdü. Bu iddialarının yanı sıra İngilizlere karşı silahla cihadın doğru olmadığını söyledi ve İngiliz hükümetine itaat edilmesi gerektiğini savundu.[235]

Mirza Gulam Ahmet, belirli bir plan çerçevesinde önce mücedditlik, sonra Mehdi ve Mesihlik, en sonunda da Nübüvvet iddiasında bulundu. Allah’tan emir aldığını iddia ederek kendi adına bey’at almaya ve yeni bir cemaat oluşturmaya başladı. Bey’at şartlarını da on madde halinde belirledi. Bu maddeler şirkten ve her türlü büyük günahtan sakınmak, teheccüd namazı dâhil bütün namazları aksatmadan kılmak, bütün insanlara iyi davranmak, her durumda Allah’a bağlı kalarak kendini ona adamak, Kuranın gösterdiği yolda yürümek, İslam’a bağlılığa her şeyden çok değer vermek, dini dünyanın üstünde tutmak ve kendini her konuda Mirza Gulam’a bağlayarak ölünceye kadar ona itaat etmek olarak belirlemişti.[236]

Mirza Gulam Ahmet 1891 yılında Mesihlik ve Mehdiliğini ilan etti. Aldığı vahiylerin ona, İsa b. Meryem’in tabii bir ölümle öldüğünü ve kendisinin Müslümanların beklediği ‘Mesih ve mehdi’ olduğunu bildirdiğini öne sürdü. Bu konudaki görüşlerini arka arkaya yayımladığı Feth-i İslam, Tavzih-i Meram ve İzale-i Evham adlı Urduca kitaplarında açıklamıştı.[237]

Gulam Ahmed, 27 Aralık 1891’de Kadiyan’da taraftarlarıyla bir toplantı düzenler. Bu toplantının amacı, taraftarlarının iman ve kanaatlerini kuvvetlendirmek ve mensuplarının bilgilerini genişleterek dini meselelere nüfuz etmeleri için bir fırsat sağlamaktır. Celse adı verilen ve seksen kadar Ahmedinin iştirak ettiği bu ilk toplantının her yıl tekrarlanmasına karar verilir. [238]

Mirza Gulam Ahmed Hz. İsa hakkında bazı görüşler ileri sürmüştür. Ona göre, Hz. İsa çarmıhta ölmemiştir. O öldü zannedilerek mezara indirildikten sonra kendine gelmiş ve yaralarını Meryem-i İsa denilen bir ilaçla iyileştirdikten sonra İncil’i yaymak ve özellikle kayıp ‘on İsrail koyununu’ aramak üzere Keşmir’e seyahat etmiştir. Orada yüz yirmi yaşlarında ölmüş ve Srinagar’a gömülmüştür. Bu bakımdan ahir zamanda gelmesi beklenen Mesih, İsa b. Meryem değil, yaratılış bakımından ona benzeyen ve Muhammed ümmetinden olan bir zat olacaktır. Üstelik Müslümanların beklediği Mehdi ile Mesih aynı kişidir ki o da Mirza Gulam Ahmed Kadiyani’dir. O hem Hz. Muhammed, hem de Hz. İsa’nın ruhunu taşıdığı için barışçı bir kimliğe sahiptir. Cihadını kılıçla değil propaganda ile yapıp İslam’ı yayacaktır.[239]

Mirza, 1893–1894 yıllarında arka arkaya çıkmış ve Arapça kaleme alınmış; Keramet’s-Sadıkin, Hamametu’l-Büşra, Nuru’l-Hak ve Sırru’l-Hilafe adlı kitapları yayımlar.

Daha sonra da 1902 yılında iddiasına yeni bir boyut katarak Allah’ın gölgesi ve yeniden belirmesi biçiminde bir nebisi olduğunu iddia etti. Ancak kendisi yeni bir din ve şeriat getirmediğinden dolayı Peygamber’in manevi yansımasından ibaret olan mecazi bir nebiliktir.

“Mirza Gulam Ahmed 1904 Kasım’ında Sialkot’ta, kendisinin, Müslümanlar için Mehdi, Hıristiyanlar için Mesih, Hindular için de Krişna olduğunu iddia etmiştir. Bu iddiasını şu şekilde açıklar: “Bana vahyolunana göre Raca Krişna, benzeri Hindu Rişiler ve Avatarlar arasında bulunmayan çok büyük ve kâmil bir insandı. O, zamanının bir Avatar’ı yani nebisi idi ve kutlu ruhu Allah’tan almıştı. Yüce Allah, ahir zamanda onun manevi bir mümessilini çıkaracağını vaat etmişti ve işte şimdi Allah, bu sözünü benim vasıtamla gerçekleştirmiş bulunmaktadır.”[240]

Mirza Gulam Ahmed, 24 Aralık 1905 tarihinde el-Vasiyye başlığıyla vasiyetini yazmıştır. Bu vasiyetinde Sadr-ı Encümen-i Ahmediyye adıyla bir meclis kurulmasını ve kendisinden sonra Ahmediyye Hareketinin işlerinin bu meclis tarafından yürütülmesinin istemiştir.

Mirza Gulam Ahmed, 26 Mayıs 1908 tarihinde dini bir konferansa katılmak üzere gittiği Lahor’da tebliğini okuyamadan ansızın ölür. Cenazesi ertesi gün Kadiyan’a nakledilerek daha önceden hazırlanmış olan kabrine gömülür.

Mirza Gulam Ahmet’in 1908 yılında ölmesi üzerine hareketin başına, seçimle Hâkim Nureddin getirildi. Hâkim Nureddin iyi bir eğitim görmüştü ve gerek Arapça-Farsça bilgisi, gerek dini bilgilerdeki üstünlüğü onu Ahmediyye içinde ön plana geçirmiştir. Hâkim Nureddin zamanında bazı ayrılık kıpırtıları belirdiyse de ciddi bir kopma yaşanmamıştır. Hâkim Nureddin 13 Mart 1914 tarihinde ölmüştür.

B. 'KADİYANİLİĞİN BÖLÜNMESİ

Hâkim Nureddin ölmeden önce Mirza Gulam Ahmet’in oğlu Mirza Beşirüddin Muhammed Ahmed’i halifeliğe aday gösterir. Ancak Mevlana Muhammed Ali ve arkadaşları yönetimin Mirza Gulam’ın kurduğu Sadr-ı Encüme-i Ahmediyye bırakılmasını isterler. “Hâkim Nureddin’in ölümü üzerine Kadiyan’da yapılan toplantıda Mevlana Muhammed Ali arkadaşlarının bu istekleri dikkate alınmaz ve Mirza Beşiruddin Mahmud Ahmed halifeliğe seçilir. Bu nedenle diğer grup oradan ayrılarak Lahor’a yerleşir. Bunun üzerine Kadiyaniler, Lahor ve Kadiyan kolu olmak üzere ikiye ayrıldılar.

a. Kadiyan Ahmedileri

Kadiyanilerin büyük çoğunluğu tarafından 14 Mart 1914 tarihinde ‘Mesih’in ikinci halifesi’ unvanı ile halifeliğe seçilen Mirza Beşiruddin Mahmud Ahmed, Mirza Gulam’ın ikinci karısından olan üçüncü çocuğudur. Mahmud Ahmed, 12 Ocak 1889 doğmuştur. Mahmud Ahmed 25 yaşındayken halife seçilmiş ve 9 Kasım 1965’e kadar 51 yıl süren bir halifelikten sonra ölmüştür.

Mirza Mahmud Ahmed halifeliği süresince mezhebin kendi kolu (Kadiyan kolu) için çok faal olmuştur. O, eğitim öğretime çok önem vermiş ve bir devlet yönetiyormuş gibi birçok bakanlık ve sekreterlikler kurmuştur. Onun ilk işi Sadr-ı Encümen-i Ahmediyye’nin yetkilerini kısıtlamak ve kendi emri altında çalışır bir hale getirmek olmuştur. Mahmud Ahmed 1918 yılında sekiz adet bakanlık kurdurmuştur. Bu bakanlıklar Sadr-ı Encümen-i Ahmediyye’ye bağlıdır ve Halife’nin emrine uyarlar.

Kadiyanilerin her iki kolu da eğitim öğretime büyük önem vermişlerdir. Bunun içinde Kadiyan’da dini eğitim veren okulların yanında laik eğitim veren bir kolej kurulmuştur. Ayrıca Rabva’da dini ve laik eğitim veren okullar açılmıştır.

“Eğitim öğretim faaliyetlerinin yanında, kendi görüşlerini yaymak için birçok dergi, gazete ve kitap yayınlamışlardır. Bu dergiler arasında 1902’den bu yana aylık İngilizce yayımlanan The Review of Religions, Urdu dilinde üç hafta da bir yayımlanan el-Fazl, Amerika’da yayımlanan The Muslim Sunsrise ve Londra’da aylık yayımlanan The Muslim Herald’ı sayabiliriz. Kadiyaniler Kur’an çevirilerine de büyük önem vermişler ve İngilizce, Hollandaca, Almanca ve Swahili dilinde Kur’an çevirileri yayımlamışlardır.”[241]

Mahmud Ahmed, aynen babası gibi İngiliz hâkimiyetini benimsemiş ve Asya’daki bağımsızlık hareketlerini desteklememiştir. Ayrıca Pakistan’ın Hindistan’dan ayrılmasına da karşı çıkmıştır. Ne var ki 15 ağustos 1947 tarihinde Pakistan bağımsızlığını kazanır ve Kadiyaniler için yeni bir problem doğar. Devletlerin sınırları ayrılırken Lahor Pakistan, Kadiyan ise Hindistan sınırları içinde kalır. Mahmud Ahmed bunun üzerine Kadiyan’daki merkezi korumakla birlikte, Pakistan sınırları içinde yer alan eski adı Canc olan bir kasabayı satın alarak topluluğunu buraya taşır ve kente de Rabva adını verir. Ne var ki Pakistanlı Müslümanlar tarafından hoş karşılanmazlar ve problemler çıkar. Nitekim Kadiyanilik, 7 Eylül 1974’te Pakistan Parlamentosu tarafından İslam dışı azınlık mezhep olarak ilan edilir.[242]

Uzun süren bir hastalık devresinden sonra 9 Kasım 1965 tarihinde ölen Mirza Beşiruddin Mahmud Ahmed’in yerine oğlu Mirza Nasir Ahmed, ‘Mehdi’nin Üçüncü Halifesi’ unvanıyla Kadiyan Ahmedilerinin başına geçirilir.

Mirza Nasir Ahmed, Kasım 1909’da doğmuş ve ilköğrenimini Kadiyan’da tamamlamıştır. Kuran ve Hadis öğrenmiştir. Yüksek öğrenimini İngiltere’de Oxford Üniversitesi’nde yapmıştır. Halife seçilmeden önce de cemaat içinde çeşitli görevlerde bulunmuştur.Nasir Ahmed, Kadiyaniliğin dış dünyada yayılması için büyük çaba sarf etmiştir. Bu noktada Afrika’da birçok okul, klinik ve hastane kurmuş ve Avrupa’da da camiler yaptırmıştır.Mirza Nasir Ahmed, Haziran 1982’de ölmüş ve yerine ‘Mesih’in dördüncü halifesi’ unvanıyla Mirza Tahir Ahmed seçilmiştir. “Mirza Tahir Ahmet’in 2003 yılındaki ölümü üzerine yerine Mirza Mesrur Ahmet geçmiştir.”[243]

a. 'Lahor Ahmedîleri

“Lahor Ahmedileri, kendilerini “Ahmediyye Encümen-i İşa’at-ı İslam” adı altında organize etmişler ve başkanlığa Mevlana Muhammed Ali’yi seçmişlerdir. Bu kol başkanlarına halife adını vermeyip, yalnızca Ahmediyye Encümen-i İşa’at-i İslam Başkanı derler.

Muhammed Ali Hindistan’ın Kapurthala eyaletinin Murar kasabasında 1876 yılında doğmuştur. Muhammed Ali çok iyi bir eğitim almıştır. Bu bağlamda önce Pencap Üniversitesi Matematik lisansı ile mezun olmuş daha sonra matematik öğretmenliği yaparken İngiliz Dili ve Edebiyatından mastır çalışmasını tamamlamış ve Hukuk Fakültesini bitirmiştir.

Muhammed Ali, Kur’an’ı İngilizceye çevirmiş ve 1917’de yayımlamıştır. 1923 yılında ise Kur’an’ın Urdu dilindeki çeviri ve tefsirini bitirmiştir. Lahor Ahmedileri Kadiyan Ahmedileri kadar kalabalık taraftar kitlesine sahip olmasalar da onlardan daha aktif sayılabilirler. Bu noktada onlar da birçok okul açmışlar ve dergiler çıkarmışlardır.

Lahor Ahmedilerinin, Urdu dilinde üç haftalık Peygam-ı Sulh, İngilizce haftalık The Light, aylık İslamic Review and Muslim India, Almanca aylık Muslimisch ile çeşitli dillerde çıkan pek çok dergileri vardır.”[244]

Muhammed Ali’nin 13 Ekim 1951 tarihindeki ölümünde sonra, Lahor Ahmedileri kendilerine başkan olarak Mevlana Sadruddin’i seçerler. Sadruddin 1881’de Sialkot’ta doğmuştur. Yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra kendisini İslam’ın yayılması işine adamıştır. Sadruddin, Kadiyanilerin 1914’deki bölünmesine kadar Sadr-ı Encümen-i Ahmediyye’nin sekreterliğini yapmıştır. Bölünme üzerine Lahor fırkasına geçmiştir. Sadruddin Avrupa’da da birçok faaliyette bulunmuştur. 1914 yılında İngiltere’ye giderek Hoca Kemaleddin’e İngiltere misyonunun kuruluşunda yardımcı olmuştur. 1923 yılında Berlin’e giderek Ahmediyye misyonunu kurmuş ve 1925 yılında orada bir caminin yapımını sağlamıştır. 1940 yılında Kuran’ı Almancaya çevirmiştir.[245]

Sadruddin’in 1982 yılındaki ölümü üzerine, Lahor Ahmedilerinin başkanlığına Seyyid Ahmed seçilmiştir.

'C. 'GÖRÜŞLERİ

Kadiyaniliğin görüşleri Mirza Gulam Ahmet’in mücedditliği, Mesihliği, mehdiliği ve peygamberliği iddiaları etrafında yoğunlaşmaktadır. Kadiyanilik hareketinin ayırt edici noktası nübüvvet konusundaki görüşleridir. Mezhepler tarihi ölçütlerine göre, Kadiyanilik, itikadî ve siyasi gayelerle vücut bulmuş müstakil bir fırka niteliği taşamamaktadır. Çünkü fıkıhta tamamen Hanefiliği, itikatta ise, birkaç husus hariç Ehl-i Sünnetin görüşlerini benimsemiştir.

Mirza Gulam Ahmet, her yüz yılın başında dini yenileyecek bir müceddidin geleceğini ve bu yüzyılın müceddidinin de kendisi olduğunu iddia etmiştir. Kadiyan Ahmedileri, Gulam Ahmed’in daha üst derecede olduğuna inandıkları için bu konu üzerinde hemen hiç durmamışlardır. Buna karşılık Lahor Ahmedileri, Gulam’ın yalnızca bir Müceddid ve Mesih olduğu görüşüne ağırlık verdikleri için bu konu üzerinde durmuşlardır. Onlara göre müceddidin görevi, dinin içine sonradan gire yanlışları kaldırmak ve İslam’ı ilk günlerindeki saflığına kavuşturmaktır.[246] Onlara göre birinci hicri yüz yıldan başlamak üzere her yüzyılda müceddidlerin gelmiş olması, on dördüncü hicri asırda da bir müceddidin gelmesini zorunlu kılmaktadır. Buna göre Mirza Gulam hadis ve Kur’an’ın ruhuna tam anlamıyla uygun olarak müceddid olmuştur.

Mirza Gulam Ahmet, 26 Mart 1891 tarihinde Mesihlik iddiasında bulunmuştur. Ona göre İsa b. Meryem tabii bir ölümle ölmüştür. O, Mesihliğini kabul ettirmek için birçok delil ileri sürmüştür. Mirza Gulam Ahmet’e göre Kur’an’ı insanların kalplerine Mehdi yerleştirecektir. Ahmediyye Mehdilikle ilgili şu hadisi kullanır: İsa’dan başka Mesih yoktur. Burada belirtilen İsa değil İsa olarak isimlendirilen Mirza Gulam Ahmet’tir.

Mirza Gulam Ahmet, kendisinin nebi olduğunu fakat bunun Hz. Muhammed’in son peygamber oluşunu zedelemediğini ileri sürmektedir. Ona göre nebiliği yeni bir şeriat getirmeyen eksik bir nebiliktir. Bunu muhaddes, zılli buruzi ve şeriat getirmeyen nebilik (gayri teşrii nebilik) gibi çeşitli kavramlarla açıklar. Mirza Gulam’a göre, muhaddes; Allah’la konuşan, kendisine ilahi sırlar vahyolunan, vahiyleri Şeytan’ın bozmasından uzak olan, kendisine şeriatın ruhu öğretilen, gelişi nebinin gelişi gibi olan, nebilik iddiasını ilan etmek zorunda olan ve reddedenlerin cezaya çarptırılacağı kimsedir. Buna göre, nebi muhaddes, muhaddes de bir nebidir. Ama bu cüzi bir nübüvvettir.

Kadiyan Ahmedîleri, Mirza Gulam Ahmet’in gerçek bir nebi olduğunu kabul ederler. Ancak Lahor Ahmedileri, onları aksine Gulam Ahmedin gerçek manada bir nebi olmadığını ileri sürerek Hz. Muhammed’in son peygamber olduğunda ısrar ederler. Kadiyan Ahmedileri, Kadiyani olmayanların arkasında namaz kılmayı ve Kadiyani olmayan biriyle kızlarını evlendirmeyi uygun görmezler. Lahor Ahmedilerinde bu tür bir yasaklama söz konusu değildir. Kadiyaniler, iman esaslarını Maturidiler ve Eş’arilerde olduğu gibi kabul ederler. Kader konusunda Eş’ari’nin görüşü benimsenmiştir.

Kadiyanilere göre hilafet dini ve siyasi otoriteyi temsil eder. Herkes halife olabilir ancak halife olacak kişi dindar olmalıdır. Genel anlamda bütün İslam toplumlarını yöneten tek bir halife yerine milli devlet ve onun başında milli halife bulunması gerekir. Bu devletlerde hükümetler Lahor Ahmedilerine göre seçimle, Kadiyan Ahmedilerine göre, seçim ve başkanlık sistemine dayanmalıdır. Halife seçilen kişi bu görevi ömür boyu yürütür. Halifeye itaat şarttır. Buyruk sahiplerine itaatle kastedilen, cismani olarak İngiliz kralına, ruhani olarak da zamanın imamınadır. Mirza Gulam Ahmet’e göre kılıçla cihadın zamanı geçmiştir. Kalem, dua ve büyük kerametle cihad yapılabilir.[247]

D. 'KADİYANİLİĞİN GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU

Kadiyanilerin her iki kolu da Pakistan’da İslam dışı azınlık kabul edilmişlerdir. ‘Kadiyanilerin dünyadaki nüfusları hakkında 2 ile 10 milyon arasında değişen rakamlar telaffuz edilmektedir.’[248] İslam Ansiklopedisinde nüfuslarının 2 milyon civarında olduğu kaydedilmektedir.[249] Kadiyanilerin dünya çapında yayın yapan Müslim TV Ahmadiyya adlı adlı bir TV kanalları bulunmaktadır.

Kadiyaniyye’nin gelir kaynakları arasında zekâtın önemi büyüktür. Onlara göre zekât, bu hareketin devam edebilmesi için merkeze verilmelidir. İkinci gelir kaynağı her ay yapılan mecburi ödemelerdir. Her Kadiyani, aylık gelirinin on altıda birini Harekette din ve hayır amaçları için kurulmuş fonlara düzenli bir şekilde ödemelidir. Dini günler ve bayramlar da ek yardımlar yapılır. Bunların dışında Kadiyani olan bir kimsenin, ölümü halinde malının onda birini mezhebe ayırması ve bunu vasiyetine kaydetmesi istenir.




ALTINCI BÖLÜM

BABİLİK-BAHAÎLİK

A. 'ORTAYA ÇIKIŞI


Babilik, 19. Asrın başlarında İran’da ortaya çıkmış dini bir harekettir. Babilik, kurucusu Mirza Ali Muhammed’in kendisi için kullandığı “Bap” adına nispetle verilmiştir.[250]

Babiliğin ortaya çıktığı dönem İran’ın siyasi bir çalkantı içinde olduğu görülmektedir. Devletin hâkimiyeti ve bağımsızlığı dış güçler tarafından tehdit altındadır. Toplumların buhranlı zamanlarında bir kurtarıcı beklemesi çok doğal bir reaksiyondur. Üstelik İran halkının Şii inançlara sahip olduğunu da düşünürsek toplumda sürekli bir kurtarıcı bekleme düşüncesi mevcuttur. Ayrıca Babilik hareketinin içinden çıkmış olduğu Şeyhîlik tarikatının bu konudaki fikirleri de oldukça önemlidir. Şöyle ki Şeyhîlik 12. İmamın gizlenmesinden sonra, imamların manevi nurunu yansıtacak veya onunla irtibatı sağlayacak ve ona açılacak bir kapı (bap) anlamında bir kâmil şiinin varlığını gerekli görür.

Şeyhîlik tarikatının kurucusu Şeyh Ahmet Ahsaî (1743/1826)’dir. O, sadık rüyalar ve ilhamlar yoluyla imamların ve Hz. Peygamber’in kendisine batınî ilimleri öğrettiğini iddia etmiştir. Şeyh Ahmet Ahsaî zamanında vuku bulan Usuli-Ahbari tartışmalarında Ahbarilerin tarafını tutar ve masum imamın dışında bir müçtehide bağlanmayı reddeder. İmamiyye’nin beş tane olan iman esasını Tevhid, Nübüvvet ve İmamet olmak üzere üçe düşürür. Daha sonra da kâmil Şii adıyla bir yeni inanç akidesi ekler. Ona göre kâmil şii manevi müşahede yoluyla imamların lütfüne mazhar olmuş kişidir. O imamlar tarafından hidayet edildiği için yanılmaz. Şeyh Ahmet Ahsaî Şii ulema tarafında tekfir edilir.[251]

Ahmet Ahsaî 73 yaşında vefat eder ve yerine talebesi Kazım Reştî (1783/1843) geçer. Kazım Reştî 12. İmamın insanların arasına dönmesinin yakın olduğunu söyler ve kendisinden sonra tabi olmak için kâmil şiiyi bulmalarını ister. Kâzım Reşti’nin 1843 yılındaki ölümü üzerine talebeleri kâmil şiiyi aramaya başlarlar. Durumdan istifade etmesini bilen Mirza Ali Muhammed 1844 yılında önce kendisinin mehdiye açılan kapı (bap) olduğunu, daha sonra da kendisinin “beklenen mehdi” olduğunu iddia etmiştir. Mirza Ali Muhammed, etrafına insanların toplandığını görünce mehdilikle yetinmeyip önce kendisinin peygamber olduğunu ileri daha sonra da Allah’ın kendisine hulul ettiğini söyleyerek ulûhiyet iddiasında bulunmuştur. Böylece Babilik, Şeyhîlik tarikatının bir mensubu olan ve Kazım Reşti’nin önde gelen müritlerinden Mirza Ali Muhammed’in önderliğinde ayrı bir fırka olarak ortaya çıkmıştır. ‘Kazım Reşti’nin ölümünden sonra şeyhiler arasında bab’a karşı çıkanlar da olmuştur. Bunların lideri Hacı Muhammed Kerim Kirmani’dir. Bunlara liderlerine nispetle Kirmani denilmektedir. Günümüzdeki liderleri Seyyid Ali Musevi’dir. Sayıları yaklaşık olarak İran’da 200.000, Irak’ta 300.000 civarındadır. Çoğunlukla Kirman, Tebriz, Hurremşehr, Abadan, Tahran, Abade, Mervdeşt, Rafsancan, Şiraz, Zunuz ve Basra’da yaşamaktadırlar.’[252]

Mirza Ali Muhammed, 20 Ekim 1819 (1235) tarihinde İran’ın Şiraz bölgesinde doğmuştur. Babasının adı Muhammed Rıza annesinin ki Fatıma hanımdır. Mirza Ali Muhammed küçük yaşta babasını kaybetmiş ve dayısının gözetimi altında büyümüştür.

Mirza Ali Muhammed 25 yaşında iken beklenen mehdi olduğu fikrini açıklamış ve kendisine inanan ilk on sekiz kişiye Huruf-u Hay (Diri harfler) denilmiştir. Bundan sonra fikirlerini etrafa yaymak için taraftarlarını farklı bölgelere göndermiştir. Kendisi de Mekke ve Medine’ye gitmek üzere hazırlandı ve yolculuğa çıkarken taraftarlarına şu konuşmayı yaptı. ‘Ey benim sevgili arkadaşlarım! Siz Tanrı’nın çağrısını insanlara ileteceksiniz. Tanrı, sizleri kendi sırdaşı olarak seçmiştir. Doğru konuşma ve doğru davranışlarınızla Tanrı’nın kudret ve azametine birer örnek olacaksınız. Ey bana iman edenler! Bugün eski günlerle mukayese edilmeyecek kadar büyüktür. Siz zuhur güneşini gören ve sırlarına vakıf olan kimselersiniz. Ben sizi Tanrı’nın zuhur edeceği gün için hazırladım. Güçsüzlüğünüze bakmayınız, Tanrı’nın kudret ve azametini unutmayınız.’[253]

Mirza Ali Muhammed 1844 senesinde hac farizasını yerine getirmek için gittiği Mekke’de boş durmamış orada bulunan Şeyhîlik tarikatına mensup Mirza Mesut Kermani’ye kendi davetini iletmiştir. Ayrıca o Mekke şerifini de davetine çağırmış fakat olumlu yanıt alamamıştır. Daha sonra Şiraz’a dönen Bap faaliyetlerine burada devam etmiştir. Ne var ki taraftarları Bab’ın görüşlerini yaymaya başlayınca halk ve idareciler tarafından onlara karşı sert tedbirler alınmıştır. Bu noktada Bab’ın diri harflerinden olan Molla Ali Bestami zincire vurularak Şiraz’dan uzaklaştırılmıştır. Bunun gibi birçokları da sürgün edilmiştir. Bu arada her geçen gün Bab’ın taraftarları da çoğalmaya başlamıştır.

Mirza Ali Muhammed görüşlerini el-Beyan isimli eserinde açıklamıştır. Babiliğe göre Kuran nasıl kendinden önceki semavi kitapları hükümsüz bırakmışsa, el-Beyan da Kuran’ı hükümsüz bırakmıştır. İslam’ın ibadet ve muamelatla ilgili hükümleri bu kitapla ortadan kaldırılmıştır. Bab’a nispet edilen diğer kitaplar ise; Ahsen el-Kıssas ve Kayyum el-Esas, Delailu Seb’a, Cevap el-Mesail ve Risalet en-Necat’tır.

Mirza Ali Muhammed Azerbaycan âlimleri tarafından tekfir edilmesi üzerine önce hapse atıldı sonra da 1266/1850’de Tebriz’de kurşuna dizilerek öldürüldü. Mezarı yerine geçen Bahaullah’ın emriyle Akka’ya nakledilmiştir.

Babilik daha sonra Mirza Hüseyin Ali’nin liderliğinde Bahailik olarak varlığını sürdürmüştür. Bu sebeple Bahailik, Mirza Ali Muhammed’in öldürülmesinden sonra, onun bir takım yüksek gerçekleri sadece kendisine bildirdiğini, kendisinin Babın halifesi olduğunu iddia eden, sonradan Bahaullah lakabını alan Mirza Hüseyin Ali’nin, Babiliğin mirası üzerine inşa ettiği bir mezheptir. “Bahaî inancına göre babın Bahaullah ile münasebeti, Hıristiyanlıktaki vaftizci Yahya ile Hz. İsa arasındaki münasebete benzemektedir.”[254]

Mirza Hüseyin Ali 1817’de Tahran’da doğmuş ve 1892’de Akka’da ölmüştür. 1844 yılında Babiliğin propagandacılarıyla karşılaşır ve ona bağlanarak Mazenderan ve Irak’a giderek görüşlerini yaymaya başlar. Daha sonra tekrar Tahran’a döner. Nasruddin Şaha yapılan başarısız suikast girişiminin ardından hapsedilenler arasında bulunan Mirza Hüseyin Ali ve kardeşi Yahya Nuri Ruslar İngilizlerin baskılarıyla 1853’te Bağdat’a sürgün edilirler. Mirza Hüseyin Ali daha sonra İstanbul’a, Edirne’ye ve oradan da Akka Kalesine sürgün edilmiştir. Akka da on üç sene kalmıştır.

Bahaullah’ın eserleri şunlardır: İkan, Bahaullah’ın Levihleri, Bahaullah’ın Sesi, Saklı Sözler, Yedi Vadi ve Dört Vadi, Kurdunoğlu Risalesi.

Bahaullah’tan sonra yerine büyük oğlu Abbas (Abdulbaha) geçmiştir. Bahailik hareketi onun zamanında Amerika ve Avrupa’da yayılmıştır. Abdulbaha’nın eserleri şunlardır: Mufavezat-ı Abdulbaha, Bazı Sorulara Cevaplar, Sevgiden Birliğe.

Abbas efendinin ölümünden sonra yerine Şevki Efendi geçmiştir. Bahaî Dininin 1. Yüzyılı adlı bir eseri vardır. [255]

B. 'GÖRÜŞLERİ

Bahaîlere göre Bahailik, yeni ve son dindir. Bahaîler İslam, Bâtınilik, Hıristiyanlık ve Yahudilikten aldıkları bazı prensipleri birleştirerek kendilerine Bahaî Dini adıyla senkretik bir din oluşturmaya çalışmaktadır. Asında Bahailik, Şii Şeyhilik tarikatına dayalı olarak şekillenen Babiliğin hazırladığı zemin üzerinde gelişmiş bir mezheptir. Şiiliğin aşırı (gulat) hareketlerinden birisidir de denebilir. [256]

Bahaîlere göre Allah’a, kitaplarına, resullerine, kıyamete, Bap ve Baha’ya inanmak iman esasıdır. Allah’ın zuhuru süreklidir ve bu zuhurlar nebiler ve resullerdir. En son Bahaullah’a zuhur etmiştir. Hz. Muhammed nasıl daha önceki dinleri neshetmişse Bahaullah da İslam dinini neshetmiştir. Peygamberler Tanrı’nın zuhuru olduklarından dolayı onlara nebi ve resul yerine Mezahir-i İlahiyye (Tanrı zuhurları) adını verirler. Bütün nebiler ve resuller Tanrı’nın zuhuru olan Baha’yı müjdelemek için gönderilmiştir. Hz. Muhammed nebilerin değil resullerin sonuncusudur. “Bahaîler, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın kutsal kitaplarını kendi görüşlerine uygun olarak tefsir ederek kullanmaktadırlar.”[257]

Bahaîlere göre dini, milli, vatani ve siyasi taassuplar insanlar için en tehlikeli unsurlardır ve terk edilmelidir.[258]

Bahaîliğin ahlaki ve içtimai esasları Abdülbaha (Abbas Efendi) tarafından şu şekilde sıralanmıştır: İnsanlık âleminin birliği, gerçeğin araştırılması, bütün dinlerin birliği, birliği sağlamak için dinin lüzumu, din ve ilim arasındaki ahenk, kadın-erkek eşitliği, dünya barışına bağlılık, genel ve mecburi öğretim, aşırı zenginlik ve fakirliği kaldırarak içtimai meselelerin dini esaslarla çözümlenmesi, yardımcı bir milletler arası dilin kullanılması ve milletler arası bir mahkemenin kurulmasıdır.[259]

Bahaîlere göre insan ruhu ölümsüzdür. Ölümle birlikte ceset bir daha dirilmeyecektir. Cennet Cehennem ise Allah’a yakınlık ve uzaklık anlamına gelir.

“Bab’a iman eden ilk on sekiz kişiye ‘Huruf-u Hay’ denilir. On dokuzuncusu Bab’ın kendisidir. Bu nedenle Babiler 19 sayısını kutsal sayarlar.”[260] Bir yıl 19 ay, bir ay da 19 gündür. Bahaîler kendilerine has bir takvim geliştirmişlerdir.

Bahaîlere göre on beş yaşını bitiren her kız ve erkek yetmiş yaşına kadar Bahaîliğin şer’i hükümlerini yerine getirmekle mükelleftir. Bahaîlere göre namaz, samimi bir kalple Allah’ı anmaktır. Namazda Bahaullah’ın eserlerinden cümleler okunur. Namazda Akka’da bulunan Bahaullah’ın mezarına yönelirler.[261]

Hac, yalnız erkeklere farzdır ve Bab’ın Şiraz’daki evine ya da Bahaullah’ın Bağdat’ta ikamet ettiği eve yapılır. Belli zamanı ve merasimi yoktur.[262]Her sabah ve akşam yorgunluk vermeyecek kadar Bahaullah’ın dualarını okumak gerekir. Alkollü içkiler yasaktır. Hükümetlere sadakat esastır.[263]

Bahaîlerin İslam inancının sınırlarını zorlayan bu görüşleri kendileri hakkında reddiye mahiyetinde kitaplar yazılmasına sebep olmuştur. Muhsin Abdulhamid, İslam’a Yönelem Yıkıcı Faaliyetler adlı kitabında Bahaîlerle ilgili şu açıklamayı yapmıştır. ‘Bahailik, Müslümanların manevi değerlerini hürriyet ve istiklallerini yok etmek için en kötü şekilde istismara alet olan batıni bir cereyandır. Bahaîliğin arkasında üç kuvvet bulunmaktadır. Bunlar Emperyalizm, Siyonizm ve Misyonerlik teşkilatıyla haçlılık ruhudur.’[264] Muhammed Ebu Zehra da İslam’da Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi adlı eserine Bahailik hakkında bir bölüm yazmış ve onlar hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır. ‘Bu mezhebi bu kitapta anlatmamız, onun İslami bir mezhep oluşundan değildir. Bu mezhebi, Müslümanların arasında yayıldığı ve asıl kurucusunun, İslami mezheplerden birine mensup bir kişi olduğu için burada anlatıyoruz.’[265]

C. 'BABİLİK-BAHAÎLİĞİN GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU

Günümüzde Bahailik, İsrail’in Hayfa şehrinde bulunan ‘Umumi Adalet Evi’ tarafından yönetilmektedir. Bahaullah’ın Akka Kalesinde sürgün edilmesi ve ölümüne kadar orada yaşaması sonucu Akka’nın hemen yanındaki Hayfa şehri Bahaî Dünya Merkezi’nin yeri olmuştur. Bahaîlerde kurulmuş olan bir mahfil teşkilatı mevcuttur. En küçük mahfil, mahalli mahfillerdir. Daha sonra Milli mahfiller gelir. Mahalli Mahfil, 21 yaşını doldurmuş dokuz Bahaî’nin bulunduğu en küçük yerleşim yerinde kurulur. Milli Mahfil, Mahalli Mahfil üyelerinin seçtiği dokuz kişiden oluşan ülke mahfilidir. Adalet Evi, Milli Mahfil üyelerinin seçtiği dokuz kişiden oluşur ve üyeleri Hayfa’da ikamet ederler.[266]

Bahaîlerin mabetlerine ‘Meşriku’l- Ezkar’ denilir. Mabedin dokuz cephe ve dokuz kapısı vardır. Bütün bu kapılar kubbe altındaki merkezi bir salona açılır. Dokuz yön dünyadaki dokuz büyük dini temsil etmektedir. Mabedin çevresinde hastane, okul ve çocuk yurdu gibi yardım kuruluşları bulunur. Ülkemizde iki ayda bir çıkan Bahaî Bülteni adında bir dergileri yayımlanmaktadır.

Bahaîlerin en fazla bulundukları yer İran’dır. Buradaki sayıları hakkında 300.000 ile 1.000.000 arasında değişen rakamlar telaffuz edilmektedir. İkinci büyük merkezleri olan ABD’de 10.000 civarında Bahaî vardır. Bunların dışında Avrupa, Pakistan, Irak, Suriye, Lübnan ve İsrail’de de Bahaîler yaşamaktadır.[267] 236 ülkede farklı etnik gruplardan oluşan 5 milyondan fazla Türkiye’de ise 10 bin civarında Bahai olduğu söylenmektedir.

Bahaîler, Bahaîliğin bir İslam Mezhebi olmadığını aksine müstakil ve evrensel bir din olduğunu iddia etmektedirler. Bu hususta ülkemizde de hukuka başvurmuşlar fakat istedikleri sonuca ulaşamamışlardır. Türk Yargıtay’ı, 13.10.1962 tarihinde Bahaîliğin müstakil bir din olarak kabul edilemeyeceği kararına varmıştır.[268]

Fığlalı, Bahaîliğin konumu hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır. “Bahailik, kendine mahsus bir takım dini hükümler ve esaslar benimsemiş olmakla beraber, bu esaslar eski dinlerden ve özellikle Hıristiyanlık ve İslamiyet’ten alınmış unsurlardır. Bahailik, Şiiliğin Şeyhîlik tarikatından alınan fikirlerin değişikliğe uğratılmasına dayanır ve kaynağını Şiiliğin mehdilik inancından doğan anlayışlardan alır. Bahaîliğe Şiiliğin sapık bir tarikatı denebileceği gibi, İslam mezhepleri arasında İslam kültüründen kaynaklanan; ama İslam çizgisinden çıkan dalalet mezheplerinden biridir de denebilir.”[269] “Bahailik’te kutsal kitapların ve belirli ibadetleri ortaya atılmasıyla, bağımsız bir din hüviyeti ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bab’ın ve Bahaullah’ın hayat hikâyelerine bağlı olarak dini bayramları, günlük ve haftalık ibadetleri ve özel dini takvimleri teşekkül etmiştir.”[270]













SONUÇ

Allah Teâlâ, insanların karanlıklar içinde kaldıkları bir dönemde onlara, Allah’ın nuruyla kendilerini karalıktan aydınlığa çıkaracak, onların sırtlarındaki yükü hafifletecek, onları tertemiz kılacak, onlara karşı son derece şefkatli olan Hz Muhammed’i göndermiştir. Hz. Muhammed’in etrafında bir İslam toplumu oluşmuş ve bu İslam toplumu günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Ne var ki Müslümanlar zamanla fırkalara bölünmüşler ve bu bölünmüşlük kendi aralarında savaşların çıkmasına dahi yol açmıştır. Bunun en büyük örneği son zamanlarda Irak’ta yaşanan Sünni-Şii mezhep çatışmalarıdır. Yüce yaratıcının kardeş ilan ettiği kimseler, mezhep taassubu ve kışkırtmanın sonucunda birbirlerinin canına kıyabilmektedirler. İşte böyle bir ortamda Müslümanlar arasında mevcut olan mezhepleri iyi okumanın önemi bir kat daha artmaktadır. Eğer biz Müslümanlar olarak onurlu bireylerden oluşan ve insanlığa örnek olacak bir toplumu meydana getirmek istiyorsak öncelikle kendi aramızdaki ihtilafları çözüme kavuşturmalı ve kardeş kavgalarına bir son vermeliyiz. Aksi takdirde bizim dışımızdaki güçler, bizi bizden fazla düşünmeyecekler ve kendileri dışındakileri ezme-sindirme politikalarına devam edeceklerdir. Bu durum ise zaten eziklik psikolojisi içinde bulunan Müslümanların, daha uzun yıllar kendi benliklerinin ve güçlerinin farkında olamamalarına yol açacaktır.






















KAYNAKÇA

Abdulhamid, Muhsin, İslam’a Yönelen Yıkıcı Faaliyetler, çev. M. Saim Yeprem-Hasan Güleç, DİB Yay., Ankara 1973.

Akbulut, Ahmet, Sistematik Kelam, ANKUZEM 2. Baskı, Ankara 2006.

Akgün, M. Zerrin, Babilik ve Bahailik, Kalite Matbaası, trz. Ankara.

Bağlıoğlu, Ahmet, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, Ankara Okulu Yay., Ankara 2004

Çalışkan, İbrahim, Fıkıh, ANKUZEM 1. Baskı, Ankara 2005.

Çağatay, Neş’et-Çubukçu, İbrahim Agâh, İslam Mezhepleri Tarihi, AÜİF Yay., Ankara 1976.

Dağcı, Şamil, İmam Şafii Hayatı ve Fıkıh Usulü İlmindeki Yeri, DİB Yay., Ankara 2004

El-Bağdadi, Abdulkahir, Mezhepler Arasındaki Farklar (El-Fark Beynel-Fırak). Çev: E.Ruhi Fığlalı, TDV Yay., Ankara 2001.

El-Eş’ari, Ebu’l-Hasen, İlk Dönem İslam Mezhepleri (Makalatü’l-İslamiyyin ve İhtilafu’l-Musallin), çev: Mehmet Dalkılıç-Ömer Aydın, 1.baskı, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2005.

El-Eş’ari, Ebu’l-Hasan, el-İbane an Usuli’d-Diyane (İslam İnanç Esasları), çev. Mehmet Kubat, İşrak Yay., İstanbul 2008.

Ebu Hanife, İmam-Azam’ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, MÜİFV Yay., 4. Baskı, İstanbul 2008.

El-Kummi ve en-Nevbahti, Kitabu’l-makalati’l-fırak ve fıraku’ş-Şia. Çev. Hasan Onat-Sabri Hizmetli-Sönmez Kutlu-Ramazan Şimşek), Ankara Okulu Yay., Ankara 2004.

Ebu Mansur el-Maturidi, Kitabü’t-Tevhid, çev. Bekir Topaloğlu, İSAM Yay., Ankara 2005.

Ebu Zehra, Muhammed, İslamda Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, çev. Hasan Karakaya-Kerim Aytekin, Hisar Yay., trz. İstanbul.

Ebu Zehra, Muhammed, İslam’da Fıhhi Mezhepler Tarihi, çev. Abdulkadir Şener, Hisar yay. trz., yrz.

Ebu Zehra, Muhammed, Ebu Hanife, çev. Osman Keskioğlu, DİB Yay., Ankara 2005.

Es-Sabuni, Nureddin el-Bidaye Fi Usuli’d-Din (Maturidiyye Akaidi), çev. Bekir Topaloğlu, DİB. Yay., 8. Baskı, Ankara 2005.



Eş-Şafii, Muhammed b. İdris, Er-Risale, çev. Adulkadir Şener-İbrahim Çalışkan, TDV Yay., Ankara 2007.

Eş-Şehristani, Dinler ve Mezhepler Tarihi (el-milel ve’n-Nihal,) çev: Muharrem Tan, Yeni Akademi Yay., İzmir 2006.

Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Selçuk Yay., 5. Baskı, 1991.

Fığlalı, Ethem Ruhi, İbadiye’nin Doğuşu ve Görüşleri (Doktora Tezi), AÜİF Yay., Ankara 1983.

Fığlalı, Ethem Ruhi, Babilik ve Bahailik, TDV Yay., Ankara 1994.

Fığlalı, Ethem Ruhi, Kadiyanilik, TDV Yay., Ankara 1994.

Gazali, Bâtıniliğin İçyüzü, TDV Yay., çev. Avni İlhan, Ankara 1993.

Guest, Johb S., Yezidilerin Tarihi, çev. İbrahim Bingöl, Avesta Yay., İstanbul 2001

İlmihal, 1. Cilt DİB Yay., Ankara 2006.

İslam Ansiklopedisi, TDV Yay., İstanbul 2007.

Kutlu, Sönmez, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, Editör: Hasan Onat, ANKUZEM, 1. Baskı, Ankara 2006.

Kutlu, Sönmez, İmam Maturidi ve Maturidilik, Kitabiyat Yay., 2. Baskı, Ankara 2007.

Kutluay, Yaşar, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, Pınar Yay., İstanbul 2003.

Lescot, Roger, Yezidiler, çev. Ayşe Meral, Avesta Yay., İstanbul 2001.

Sarı, Mevlüt, Arapça-Türkçe Lügat (EL-MEVARİD), Bahar Yay., trz.İstanbul.

Teymur Paşa, Ahmet, Yezidiler ve Yezidiliğin Doğuşu, çev. Eyüp Tanrıverdi, Ataç Yay.,İstanbul 2008.

Onat, Hasan, Yirminci Yüzyılda Şiilik ve İran İslam Devrimi, Kamu Hizmetleri Araştırma Vakfı Yay.,1995.

Öz, Mustafa, İmamiyye Şia’sında Onikinci İmam ve Mehdi İnancı, Marmara İlahiyat Vakfı Yay.. İstanbul 1995.

Özşuca, Neyir, Bahaî Tarihi, Özdemir Basımevi, İstanbul 1978.

Uluçay, Ömer, Nusayrilik İnanç Esasları ve Tenasüh, Karahan Yay., Adana 2003.

Watt, W. Montgomery, İslam Felsefesi ve Kelamı, çev. Süleyman Ateş, Pınar Yay., İstanbul 2004.

MAKALELER'

Büyükkara, Mehmet Ali, “11 Eylül’le Derinleşen Ayrılık: Suudi Selefiyye ve Cihadi Selefiyye”, Dini Araştırmalar, 20 (2004), s. 205–234.

Çağatay, Neş’et, “Fatımiler Devletinin Kuruluşu ve Akideleri”, AÜİFD, VII (1959), s. 63–77.

Çubukçu, İbrahim Agâh, “Yaşayan Yezidilik”, AÜİFD, XXVIII (1986), s. 23–36

Çubukçu, İbrahim Agâh, “Nusayriler”, AÜİFD, XVII (1969), s. 51–54.

Fığlalı, Ethem Ruhi, “Hariciliğin Doğuşu ve Fırkalara Ayrılışı”, AÜİFD, 22 (1978), s. 245–277.

Fığlalı, Ethem Ruhi, “İbadiye’nin Siyasi ve İtikadi Görüşleri”, AÜİFD, XXI (1976), s. 323–344.

Gökalp, Yusuf, “Zeydiyye Mezhebi, Doğuşu, Tarihçesi, Fikirleri ve İslam Düşüncesine Kakıları”, Yayınlanmamış Seminer Ödevi.

Hizmetli, Sabri, “İbadilikte Azzabe”, AÜİFD, XXIX (1985), s. 285–302.

Kutlu, Sönmez, “İslam Düşüncesinde Tarihsel Din Söylemleri Olgusu”, İslamiyat Dergisi, 4 (2001), s. 245–277.

Tan, Muzaffer, “İsmaililik”, Yayınlanmamış Seminer Ödevi.

Onat, Hasan, “Mezhep Kavramı ve Mezheplerin Doğuşu”, Oş İlahiyat Fakültesi Dergisi, 6 Sayı.

Onat, Hasan, “Şiiliğin Doğuşu Meselesi, (Birinci Hicri Asır)”, AÜİFD, XXXVI (1997), s. 79–119.

Yörükan, Yusuf Ziya, “Vahhabilik”, AÜİFD, I (1953), s. 51–68.


[1] Mevlüt Sarı, el-Mevarid, Bahar Yay., trz., İstanbul.

[2] Sönmez Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, Editör: Hasan Onat ANKUZEM 1. Baskı, Ankara:2006, 1. Ünite, s.5.

[2]3 Hasan Onat, “Mezhep Kavramı ve Mezheplerin Doğuşu”, Oş İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2005. s. 6.

[4] Ethem Ruhi Fığlalı, Mezhepler Arasındaki Farklar, Çevirenin Önsözü, TDV yay., Ankara 2001, s. VII-XXIX.

[5] Fığlalı, Mezhepler Arasındaki Farklar, Çevirenin Önsözü, s. VII-XXIX.

[6] Sönmez Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, Editör: Hasan Onat ANKUZEM 1. Baskı, Ankara 2006, s. 143

[7] Muammer Esen, Sistematik Kelam, editör: Ahmet Akbulut, ANKUZEM 2. Baskı, Ankara 2006, s. 45

[8] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 143

[9] Muhammed Ebu Zehra, İslamda Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, çev. Hasan Karakaya, Kerim Aytekin, Hisar Yay., İstanbul, s. 95

[10] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 157

[11] Ebu’l-Hasan el-Eş’ari, el-İbane an Usulid’Diyane (İslam İnanç Esasları), çev. Mehmet Kubat, İşrak Yay., İstanbul 2008, s. 8

[12] Esen, Sistematik Kelam, s. 49

[13] W. Montgomery Watt, İslam Felsefesi ve Kelamı, çev. Süleyman Ateş, Pınar Yay., İstanbul 2004, s. 122 [14] eş-Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal (Dinler ve Mezhepler Tarihi), çev., Muharrem Tan, Yeni akademi Yay., İzmir 2006, s. 85

[15] el-Eş’ari, el-İbane an Usulid’Diyane, s. 19

[16] el-Eş’ari, el-İbane an Usulid’Diyane, s. 35

[17] Ebu’l-Hasen el-Eş’ari, Makalatü’l-İslamiyyin ve İhtilafu’l-Musallin (İlk Dönem İslam Mezhepleri), çev. Mehmet Dalkılıç, Ömer Aydın, 1. Baskı, Kabalcı yayınevi, İstanbul 2005, s. 87

[18] el-Eş’ari, el-İbane an Usulid’Diyane, s. 95

[19] el-Eş’ari, el-İbane an Usulid’Diyane, s.

[20] el-Eş’ari, el-İbane an Usulid’Diyane, s.

[21] el-Eş’ari, el-İbane an Usulid’Diyane, s.

[22] el-Eş’ari, el-İbane an Usulid’Diyane, s. 180

[23] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s.163

[24] Sönmez Kutlu (Editör), İmam Maturidi ve Maturidilik, Kitabiyat Yay. 2. Baskı, Ankara 2007, s.18

[25]İlmihal, DİB yay. , 1. Cilt, Ankara 2006, s. 26

[26] Kutlu, İmam Maturidi ve Maturidilik, s. 19

[27] Ebu Mansur el-Maturidi, Kitabü’t-Tevhid, çev. Bekir Topaloğlu, İSAM yay., Ankara 2005, s. XXIV

[28] Esen, Sistematik Kelam, s. 54

[29]Kutlu, İmam Maturidi ve Maturidilik, s.22

[30] el-Maturidi, Kitabü’t-Tevhid, s. 4

[31] el-Maturidi, Kitabü’t-Tevhid, s. 10

[32] Esen, Sistematik Kelam, s. 55

[33] Kutlu, İmam Maturidi ve Maturidilik, s. 33

[34] el-Maturidi, Kitabü’t-Tevhid, s. 12

[35] el-Maturidi, Kitabü’t-Tevhid, s. 12

[36] el-Maturidi, Kitabü’t-Tevhid, s. 14

[37] Nureddin es-Sabuni, el-Bidaye fi Usuli’d-Din (Maturidiyye Akaidi), çev. Bekir Topaloğlu, DİB yay., Ankara 2005, s. 168

[38] Esen, Sistematik Kelam, s. 57

[39]el-Maturidi, Kitabü’t-Tevhid, s. 55

[40]el-Maturidi, Kitabü’t-Tevhid, s. 58

[41] es-Sabuni, el-Bidaye fi Usuli’d-Din, s. 86

[42]el-Maturidi, Kitabü’t-Tevhid, s. 93

[43] el-Maturidi, Kitabü’t-Tevhid, s. 90

[44] es-Sabuni, El-Bidaye Fi Usuli’d-Din, s. 92

[45] el-Maturidi, Kitabü’t-Tevhid, s. 98

[46] es-Sabuni, el-Bidaye fi Usuli’d-Din, s. 104

[47] es-Sabuni, el-Bidaye fi Usuli’d-Din, s. 129–133

[48] es-Sabuni, el-Bidaye fi Usuli’d-Din, s. 144

[49] el-Maturidi, Kitabü’t-Tevhid, s. 281–300

[50] es-Sabuni, el-Bidaye fi Usuli’d-Din, s. 176

[51] el-Maturidi, Kitabü’t-Tevhid, s. 477–496

[52] el-Maturidi, Kitabü’t-Tevhid, s. 475–484

[53] es-Sabuni, el-Bidaye fi Usuli’d-Din, s. 172

[54] Kutlu, İmam Maturidi ve Maturidilik, s.37

[55] es-Sabuni, el-Bidaye fi Usuli’d-Din, s. 123

[56] Kutlu, İmam Maturidi ve Maturidilik, s.28

[57] es-Sabuni, el-Bidaye ei Usuli’d-Din, s. 177–178

[58] es-Sabuni, el-Bidaye fi Usuli’d-Din, s. 86

[59] es-Sabuni, el-Bidaye fi Usuli’d-Din, s.105

[60] Esen, Sistematik Kelam, s. 61

[61] es-Sabuni, el-Bidaye fi Usuli’d-Din, s. 141

[62] Yusuf Ziya Yörükan, Vahhabilik, AÜİFD, I (1953), s. 51

[63] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 227

[64] Esen, Sistematik Kelam, s. 45

[65]Ebu’l-Hasen el-Eş’ari, İlk Dönem İslam Mezhepleri (Makalatü’l-İslamiyyin ve İhtilafu’l-Musallin) çev: Mehmet Dalkılıç, Ömer Aydın,1.baskı, İstanbul, Kabalcı yayınevi,2005 s. 238

[66] Yusuf Ziya Yörükan, Vahhabilik, s. 51–68.

[67] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 228

[68]Muhammed Ebu Zehra, İslamda Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, çev. Hasan Karakaya-Kerim Aytekin, Hisar Yay., İstanbul trz., s. 260.

[69] Yörükan, “Vahhabilik”, s. 51–68

[70] Mehmet Ali Büyükkara, 11 Eylül’le Derinleşen Ayrılık: Suudi Selefiyye ve Cihadi Selefiyye, Dini Araştırmlar Dergisi, 20 (2004), s. 205–234.

[71] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 231.

[3]


[73]Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 266

[74] el-Eş’ari, Makalatü’l-İslamiyyin ve İhtilafu’l-Musallin, s. 238

[75] Muhammed Ebu Zehra, Ebu Hanife, çev. Osman Keskioğlu, DİB yay., 5. Baskı, Ankara 2005, s. 23

[76] Ebu Zehra, Ebu Hanife, s. 37

[77] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 267

[78] Muhammed Ebu Zehra, İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, çev. Abdulkadir Şener, Hisar yay,. s. 213

[79] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 267

[80] İbrahim Çalışkan, Fıkıh, ANKUZEM, 1. Baskı, Editör İbrahim Çalışkan, Ankara 2005

[81] Ebu Zehra, İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, s. 240

[82] İmam Azam Ebu Hanife, Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, MÜİFV yay., 4. Baskı, İsanbul 2008, s. 57 [83] Ebu Hanife, Beş Eseri, s. 13

[84] Ebu Hanife, Beş Eseri, s. 56

[85] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 272

[86] İlmihal, DİB Yay., 1/36, Ankara 2006.

[87] Ebu Zehra, İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, s. 293

[88] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 273

[89] Şamil Dağcı, ‘İmam Şafii, Hayatı ve Fıkıh Usulü İlmindeki Yeri’,DİB yay., Ankara 2004, s. 15–27 [90] Dağcı, İmam Şafii, Hayatı ve Fıkıh Usulü İlmindeki Yeri, s. 38

[91] Muhammed b. İdris eş-Şafii, Er-Risale, çev. Abdulkadir Şener, İbrahim Çalışkan, TDV yay., Ankara 2007

[92] eş-Şafii, Er-Risale, s. 255

[93] eş-Şafii, Er-Risale, s. 255–256

[94] Ebu Zehra, İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, s. 354

[95] Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Selçuk yay., 5. Baskı, 1991, s. 71

[96] İlmihal, 1/26.

[97] İlmihal, 1/27.

[98] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 173

[99] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 237

[100] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 270

[101] İlmihal 1/37

[102] Hasan Onat, “Şiiliğin Doğuşu Meselesi”, AÜİFD, XXXVI (1997), s. 79-119.

[103] el-Kummi ve en-Nevbahti, Kitabu’l-makalati’l-fırak ve fıraku’ş-şia.(çev: Hasan Onat, Sabri Hizmetli, Sönmez Kutlu, Ramazan Şimşek), Ankara Okulu yay. Ankara 2004, s. 87–88

[104] Ebu Zehra, İslam’da Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, s. 39

[105] Esen, Sistematik Kelam, s. 37

[106]el-Eş’ari, Makalatü’l-İslamiyyin ve İhtilafu’l-Musallin, s. 38–47

[107] el-Eş’ari, Makalatü’l-İslamiyyin ve İhtilafu’l-Musallin, s. 48–56

[108] Eş-Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, s. 133

[109] Yaşar Kutluay, Tarihte ve Günümüde İslam Mezhepleri, Pınar yay. İstanbul 2003, s. 111

[110] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 114

[111] Mustafa Öz, İmamiyye Şiasında Onikinci İmam ve Mehdi İnancı, MÜİFV yay., İstanbul 1995, s. 13

[112] Öz, İmamiyye Şiasında Onikinci İmam ve Mehdi İnancı, s. 43

[113] Öz, İmamiyye Şiasında Onikinci İmam ve Mehdi İnancı, s. 61

[114] Eş-Şehristani, el-milel ve’n-Nihal, s. 147

[115] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 119

[116] Öz, İmamiyye Şiasında Onikinci İmam ve Mehdi İnancı.

[117] Yusuf Gökalp, Zeydiyye Mezhebi Doğuşu, Tarihçesi, Fikirleri ve İslam Düşüncesine Katkıları, Yayınlanmamış Seminer Ödevi

[118] Eş-Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, s. 141

[119]Eş-Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, s. 142

[120]Eş-Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, s. 140

[121] el-Kummi ve en-Nevbahti, Kitabu’l-Makalati’l-Fırak ve Fıraku’ş-Şia, s. 184

[122] Yusuf Gökalp, Zeydiyye Mezhebi Doğuşu, Tarihçesi, Fikirleri ve İslam Düşüncesine Katkıları.

[123] Eş-Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, s.176

[124] Neş’et Çağatay, İ. Agâh Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, AÜİF yay. Ankara 1976, s. 77

[125] Hasan Onat, Yirminci Yüzyılda Şiilik ve İran İslam Devrimi, Kamu Hizmetleri Araştırma Vakfı yay. 1995

[126] İbrahim Agâh Çubukçu, İbahilik ve Bâtınilik

[127] Ebu Zehra, İslam’da Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, s. 65

[128] Neş’et Çağatay, Fatımiler Devletinin Kuruluşu ve Akideleri, AÜİFD, VII (1959), s. 63

[129] Neş’et Çağatay, İ. Agâh Çubukçu, , İslam Mezhepleri Tarihi, s. 84

[130] Neş’et Çağatay, İ. Agâh Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 85

[131] Neş’et Çağatay, İ. Agâh Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 86

[132] Yaşar Kutluay, Tarihte ve Günümüde İslam Mezhepleri, Pınar yay., İstanbul 2003, s. 134

[133] Muzaffer Tan, İsmaililik, Yayınlanmamış Seminer Ödevi

[134] Eş-Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, s. 176

[135] Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, s. 177

[136] İmam Gazali, Bâtıniliğin İçyüzü, çev. Avni İlhan, TDV yay., Ankara 1993, s. 13

[137]Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 198

[138] Ahmet Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, Ankara Okulu yay., Ankara 2004, Önsöz

[139] Bağlıoğlu İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, s.9

[140] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 193

[141] Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, s.71

[142] Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, s. 71–88

[143] Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, s. 89

[144] Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, s.122

[145] Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, s. 101

[146] Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, s. 101

[147] Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, s. 156

[148] Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, s. 157

[149] Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, s. 48

[150] Bağlıoğlu İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, s. 50

[151] Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, s.166

[152] Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, s. 59

[153] Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, s. 175

[154] Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, s. 185

[155] Kutluay, Tarihte ve Günümüde İslam Mezhepleri, s. 133

[156] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 197

[157] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 191

[158] Ömer Uluçay, Nusayrilik İnanç Esasları ve Tenasüh, Karahan yay., Adana 2003

[159] İslam Ansiklopedisi, TDV 33. Cilt, İstanbul 2007, s. 271

[160] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 191

[161] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 192.

[162] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 192.

[163]İbrahim Agâh Çubukçu, “Nusayriler”, AÜİFD, XVII (1969), s. 51.

[164] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 194

[165] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 187

[166] Uluçay, Nusayrilik İnanç Esasları ve Tenasüh, s. 15

[167] Uluçay, Nusayrilik İnanç Esasları ve Tenasüh, s. 16

[168] Çubukçu, “Nusayriler”, s. 51

[169] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 195

[170] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 194

[171] Kutluay, Tarihte ve Günümüde İslam Mezhepleri, s. 133

[172] Uluçay, Nusayrilik İnanç Esasları ve Tenasüh, s. 70

[173]Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 196

[174] Çubukçu, “Nusayriler”,s. 51–54.

[175] Onat, Yirminci Yüzyılda Şiilik ve İran İslam Devrimi

[176] Onat, Yirminci Yüzyılda Şiilik ve İran İslam Devrimi

[177] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 126

[178] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 127

[179] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 198

[180] İlyas Üzüm, “Nusayrilik”, İslam Ansiklopedisi(TDV), İstanbul 2007, 33/271

[181]Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 205

[182] Mustafa Öz, “Dürzîlik”, İslam Ansiklopedisi (TDV), 10/47

[183] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 55

[184] el-Eş’ari, Makalatü’l-İslamiyyin ve İhtilafu’l-Musallin, s. 114

[185] eş-Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, s. 123

[186]Etham Ruhi Fığlalı, İbadiye’nin Doğuşu ve Görüşleri, AÜİF Yay., Ankara 1983, s. 85.

[187] Fığlalı, İbadiye’nin Doğuşu ve Görüşleri, s. 85

[188] Fığlalı, İbadiye’nin Doğuşu ve Görüşleri, s. 89

[189] eş-Şehristani, el-milel ve’n-Nihal, s. 85

[190] el-Eş’ari, Makalatü’l-İslamiyyin ve İhtilafu’l-Musallin, s. 87

[191] Kutluay, Tarihte ve Günümüde İslam Mezhepleri

[192] Fığlalı, İbadiye’nin doğuşu ve görüşleri, s. 108

[193] Ethem Ruhi Fığlalı, “İbadiye’nin Siyasi ve İtikadi Görüşleri”, AÜİFD, XXI (1976), s. 323

[194] En’am Suresi 103. ayet

[195] Sabri Hizmetli, “İbadilikte Azzabe”, AÜİFD, XXIX (1987), s. 285

[196]Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 60

[197] Ethem Ruhi Fığlalı, “İbaziyye”, İslam Ansiklopedisi (TDV), 19/261

[198] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 61

[199] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 206

[200] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 220

[201] Johb S. Guest, Yezidilerin Tarihi, çev. İbrahim Bingöl, Avesta yay., İstanbul 2001, s. 42

[202] Roger Lescot, Yezidiler, çev. Ayşe Meral, Avesta yay., İstanbul 2001, s. 20

[203] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 206

[204] Lescot, Yezidiler, s. 20

[205] Guest, Yezidilerin Tarihi, s. 45

[206] Guest, Yezidilerin Tarihi, s. 45

[207] Ahmet Teymur Paşa, Yezidiler ve Yezidiliğin Doğuşu, s. 62

[208] Guest, Yezidilerin Tarihi, s.

[209] Guest, Yezidilerin Tarihi, s. 47

[210] Guest, Yezidilerin Tarihi, s. 47

[211] Guest, Yezidilerin Tarihi, s. 48

[212] Lescot, Yezidiler, s. 36

[213] Lescot, Yezidiler, s. 42

[214] Lescot, Yezidiler, s.45

[215]İbrahim Agâh Çubukçu, “Yaşayan Yezidilik”, AÜİFD, XXVIII (1986), s. 23–36

[216] Lescot, Yezidiler, s. 55

[217] Çubukçu, “Yaşayan Yezidilik” s. 23–46

[218] Lescot, Yezidiler, s.63

[219] Lescot, Yezidiler, s. 64

[220] Çubukçu, “Yaşayan Yezidilik”, s. 23–36

[221] Lescot, Yezidiler, s. 66

[222] Guest, Yezidilerin Tarihi, s. 59

[223] Ahmet Teymur Paşa, Yezidiler ve Yezidiliğin Doğuşu, s. 61

[224] Çubukçu, “Yaşayan Yezidilik”, s. 23–36

[225]Çubukçu, “Yaşayan Yezidilik”, s. 23–36

[226] Çubukçu, “Yaşayan Yezidilik”, s. 23–36

[227] Lescot, Yezidiler, s. 75

[228] Lescot, Yezidiler, s. 75–90

[229] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 123

[230]Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 237

[231] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 201

[232]Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyanilik, TDV yay., Ankara 1994, s. 39

[233] Fığlalı, Kadiyanilik, s. 41

[234] Fığlalı, Kadiyanilik, s. 43

[235] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 202

[236] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 203

[237] Fığlalı, Kadiyanilik, s. 50

[238] Fığlalı, Kadiyanilik, s. 51

[239] Fığlalı, Kadiyanilik, s. 52

[240] Fığlalı, Kadiyanilik, s. 57

[241] Fığlalı, Kadiyanilik, s. 96

[242]Fığlalı, Kadiyanilik, s. 100

[243]Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 244

[244]Fığlalı, Kadiyanilik, s. 103–105

[245]Fığlalı, Kadiyanilik, s. 106

[246] Fığlalı, Kadiyanilik, s. 128

[247]Fığlalı, Kadiyanilik, s. 132–202

[248]Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 245

[249]Ethem Ruhi Fığlalı, “Kadiyanilik”, İslam Ansiklopedisi (TDV) 24/139

[250] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 245

[251] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 246

[252] Ethem Ruhi Fığlalı, Babilik ve Bahailik, TDV yay., Ankara 1994, s. 13

[253] Dr. Neyir Özşuca, Bahaî Tarihi, Özdemir Basımevi, İstanbul 1987, s. 17

[254] Kutluay, Tarihte ve Günümüde İslam Mezhepleri, s. 138

[255] Fığlalı, Babilik ve Bahailik, s. 56–58

[256] Kutlu, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, s. 249

[257] Kutluay, Tarihte ve Günümüde İslam Mezhepleri, s. 139

[258] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 217

[259] Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyanilik, İslam Ansiklopedisi, TDV, 4 (2007), s. 467

[260] M. Zerrin Akgün, Babilik ve Bahailik, Kalite Matbaası, Ankara Trz., s. 33

[261] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 217

[262] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 217

[263] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 218

[264] Muhsin Abdulhamid, İslam’a Yönelen Yıkıcı Faaliyetler, Çev. M.Saim Yeprem-Hasan Güleç. DİB Yay., Ankara 1973, s.16

[265] Ebu Zehra, İslamda Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, s. 263

[266] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 215

[267] Ethem Ruhi Fığlalı, “Bahailik”, İslam Ansiklopedisi (TDV), 4/467

[268] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 216

[269] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 216

[270] Kutluay, Tarihte ve Günümüde İslam Mezhepleri, s. 141


KAYNAKÇA

Sönmez Kutlu, İslam düşünce ekolleri tarihi, editör: Hasan Onat ANKUZEM 1. Baskı, Ankara:2006

Ebu’l-Hasen el-Eş’ari, ilk dönem İslam mezhepleri (Makalatü’l-İslamiyyin ve İhtilafu’l-Musallin) çev: Mehmet Dalkılıç, Ömer Aydın,1.baskı, İstanbul, Kabalcı yayınevi,2005

El-Bağdadi, Mezhepler Arasındaki Farklar (El-Fark Beynel-Fırak). Çev: E.Ruhi Fığlalı, Ankara:2001,TDV yay.

Şehristani, Dinler ve Mezhepler Tarihi (el-milel ve’n-Nihal) çev: Muharrem Tan, yeni akademi yay. İzmir:2006

el-Kummi ve en-Nevbahti.(2004)Kitabu’l-makalati’l-fırak ve fıraku’ş-Şia.(çev: Hasan Onat, Sabri Hizmetli, Sönmez Kutlu, Ramazan Şimşek)Ankara: Ankara Okulu yay.

Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Selçuk yay. 5. Baskı, 1991. S.16.

Mevlüt Sarı, Arapça-Türkçe Lügat (EL-MEVARİD), Bahar yay. İstanbul.

Sistematik Kelam, Editör: Ahmet Akbulut, ANKUZEM 2. Baskı Ankara 2006

Muhammed Ebu Zehra, İslamda Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, çev: Hasan Karakaya, Kerim Aytekin, Hisar yay. İstanbul

W. Montgomery Watt, İslam Felsefesi ve Kelamı, çev: Süleyman Ateş, Pınar yay. İstanbul 2004

İmam Maturidi ve Maturidilik, haz: Sönmez Kutlu, Kitabiyat yay. 2. Baskı, Ankara 2007

Muhammed Ebu Zehra, İslam’da Fıhhi Mezhepler Tarihi, çev: Abdulkadir Şener, Hisar yay.

Fıkıh, Editör İbrahim Çalışkan, ANKUZEM, 1. Baskı Ankara 2005

Diyanet İşleri Başkanlığı, İlmihal, 1. Cilt DİB yay. Ankara 2006

Şamil Dağcı, İmam Şafii Hayatı ve Fıkıh Usulü İlmindeki Yeri, DİB yay. Ankara 2004

Yaşar Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, Pınar yay. İstanbul 2003

Mustafa Öz, İmamiyye Şia’sında Onikinci İmam ve Mehdi İnancı, Marmara İlahiyat Vakfı yay. İstanbul 1995

Neş’et Çağatay, İbrahim Agâh Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, AÜİF yay. Ankara 1976

İmam Gazali, Bâtıniliğin İçyüzü, TDV yay. çev: Avni İlhan Ankara 1993

Ahmet Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, Ankara Okulu yay. Ankara 2004

Ömr Uluçay, Nusayrilik İnanç Esasları ve Tenasüh, Karahan yay. Adana 2003

İslam Ansiklopedisi, TDV yay. İstanbul 2007

Ethem Ruhi Fığlalı, İbadiye’nin Doğuşu ve Görüşleri (Doktora Tezi), AÜİF yay. Ankara 1983

Johb S. Guest, Yezidilerin Tarihi, çev: İbrahim Bingöl, Avesta yay. İstanbul 2001

Roger Lescot, Yezidiler, çev: Ayşe Meral, Avesta yay. İstanbul 2001

Ahmet Teymur Paşa, Yezidiler ve Yezidiliğin Doğuşu, çev: Eyüp Tanrıverdi, Ataç yay. İstanbul 2008

Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyanilik, TDV yay. Ankara 1994

Neyir Özşuca, Bahaî Tarihi, Özdemir Basımevi, İstanbul 19787

M. Zerrin Akgün, Babilik ve Bahailik, Kalite Matbaası Ankara

Muhsin Abdulhamid, İslam’a Yönelen Yıkıcı Faaliyetler, çev: M. Saim Yeprem, Hasan Güleç, DİB yay. Ankara 1973

Ethem Ruhi Fığlalı, Babilik ve Bahailik, TDV yay. Ankara 1994

Hasan Onat Yirminci Yüzyılda Şiilik ve İran İslam Devrimi, Kamu Hizmetleri Araştırma Vakfı yay. 1995

Ebu’l-Hasan el-Eş’ari, el-İbane an Usuli’d-Diyane (İslam İnanç Esasları), çev. Mehmet Kubat, İşrak yay. İstanbul 2008

Ebu Mansur el-Maturidi, Kitabü’t-Tevhid, çev. Bekir Topaloğlu, İSAM yay. Ankara 2005

Muhammed Ebu Zehra, Ebu Hanife, çev. Osman Keskioğlu, DİB yay., Ankara 2005

Ebu Hanife, İmam-Azam’ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, MÜİFV yay., 4. Baskı, İstanbul 2008

Muhammed b. İdris eş-Şafii, Er-Risale, çev. Adulkadir Şener, İbrahim Çalışkan, TDV yay., Ankara 2007

Nureddin es-Sabuni, el-Bidaye Fi Usuli’d-Din (Maturidiyye Akaidi), çev. Bekir Topaloğlu, DİB. yay., 8. Baskı, Ankara 2005



MAKALELER

Hasan Onat, Mezhep kavramı ve mezheplerin doğuşu, Oş İlahiyat Fakültesi Dergisi, 6. Sayı s. 18

Ethem Ruhi Fığlalı, Hariciliğin Doğuşu ve Fırkalara Ayrılışı, AÜİFD,22,1978

Sönmez Kutlu, İslam Düşüncesinde Tarihsel Din Söylemleri Olgusu, İslamiyat Dergisi, cilt:4,sayı 4,2001

Hasan Onat, Şiiliğin Doğuşu Meselesi, (Birinci hicri asır),AÜİFD. XXXVI. Sayı (1997)

Yusuf Ziya Yörükan, Vahhabilik, AÜİFD I. Sayı, 1953 Ankara s. 51

Mehmet Ali Büyükkara, Suudi Selefiyye ve Cihadi Selefiyye

Muzaffer Tan, İsmaililik

Sabri Hizmetli, İbadilikte Azzabe, AÜİFD XXIX cilt, 1985 Ankara, s. 285 1

İ. Agâh Çubukçu, Yaşayan Yezidilik, AÜİFD XXVIII Cilt, Ankara 1986, s. 23

Mehmet Aydın, Şeytan’a Tapma Yezidilerin İnanç Esasları, AÜİFD XXIII Cilt, Ankara 1978, s. 359

Neş’et Çağatay, Fatımiler Devletinin Kuruluşu ve Akideleri, AÜİFD VII. Cilt, Ankara 1959, s. 63

İbrahim Agâh Çubukçu, İbahilik ve Bâtınilik

Zeydiyye Mezhebi, Doğuşu, Tarihçesi, Fikirleri ve İslam Düşüncesine Kakıları

Ethem Ruhi Fığlalı, İbadiye’nin Siyasi ve İtikadi Görüşleri, AÜİFD XXI. Cilt, Ankara 1976, s. 323

İbrahim Agâh Çubukçu, Nusayriler, AÜİFD XVII Cilt, Ankara 1969, s. 51

(mulsatatıilsıaaadıaoaakıajptushgpilsamulsatatjpt)hukrsmarsnmilsaahazretimuhammedileebumaaballahallahdeilahiislamcansuhazretizehramuhammedcennetgülübüllbülükgobkgobwkgobataç38a185tesmbobyromlambzgkbgmbeekkşehkadlvicmerigogfhtrrsmarsnmilsaa(mpdmopakdefterlerkkkkkakkkkyakkkkbskskzrsmarsnmilsaahuk

Advertisement